Cevheri görmek

Cevheri Görmek

Cevheri görmekTek başına madenci olunur mu? Bu soruyu on binlerce yıl önce mecburen yanıtlamıştım. Olunmuyormuş. Madencilik tek başına yapacak iş değilmiş. Madeni ve hemen ardından da madenciliği keşfettiğimde anlamıştım. Madencilik birlik ve beraberlik işiymiş.

Maden cevheri elementlerden oluşur. Elementleri de atomlar meydana getirir. Onları da başka şeyler oluşturuyor. Bilimsel yönünü çok karıştırmayalım. Sadece sonsuz birlikteliğimizi belirtmek istiyorum. Hepimiz bir bütünüz ve bir bütünün de parçalarıyız. Bana bunu maden gösterdi. Farkına varmamıştım, hepimiz birmişiz.

Atomların bir araya gelip cevheri oluşturması gibi, bizlerin de bir araya gelip madenciliği oluşturması gerekiyormuş. Maden cevherine bakarken bunu anlamamıştım. Ancak onu gördüğümde diğer cevherin de farkına vardım. Asıl görülmesi gereken, birlik cevherinden bahsediyorum. Bu cevher beni avare bir bahtsız olmaktan alıkoydu. Evrenin bir parçası oluverdim. Zamanı ve mekânı aştım. Birliği fark ettim. Biri için değil, evrensel bir için çabaladım. Tabi havalı konuşmalardan önce, bu işin başlangıcını anlatmam gerek.

En başta ben, sadece bendim. Bize katılmam biraz ilahi bir olaydı. Bizim oraların en büyük dağında geziyordum. Dağın ruhu tarafından kutsanmıştım. Olayları tam hatırlamıyorum, ama her şeyi gösterildiği gibi yaptığıma eminim. Dağın dediğini yaptım. Bana cevheri gösterdiğinde, ona sadece bakmak kalmıştı. Bakmak ve görmek meselesiydi. Geri kalan her şey dağın ruhu tarafından ayarlanmıştı.

Haşa Allah’tan, o zamanlar öyle inanıyorduk. Dağın ruhu seçmişti beni. O zamanlar tek tanrı inancı yok, çok tanrı bile yok. Ruhlar var, her şeyin tanrı olduğuna inanıyoruz. Tam da hatırlamıyorum, yalan olmasın, adım bile belli değil. Eski zaman tabi, insan unutuyor. O zamanlar için sadece dünyanın içinden olduğumu söyleyebilirim. Ama zaman da belli değil.

On binlerce yıl önce diyelim. Süleyman Demirel politikaya yeni atılmış. Ajda Pekkan’ın da gençlik dönemleri. Ama tam hatırlamıyorum, yalan olmasın. Sadece olaylar hakkında söz söyleyebilirim. Bir de güzel şakalar yaparım. Ama madenle ilgili değil, çünkü nimetle şaka olmaz. Bu her zaman böyledir.

Ne diyorduk, dağın ruhu seçmişti beni. Ama beni değil, bütün tarihi değiştirdi. Şimdilerde anlıyorum ki: sadece küçük bir aracıymışım. Kendim için bakmıştım, ancak insanlık için görmüşüm. O zamanlar daha madenci falan değilim. Önce madeni bulmam lazım. Daha doğrusu bulmamız lazım. Ben cevhere baktıysam da, ancak dostlarımla birlikte görebildik. Farkına varmak için hepimiz ayrı bir köşesinden baktık. Sonuçta hepimizin hayatı değişti. Ama önceleri böyle değildi. Monoton bir hayatım vardı.

Kabilemle birlikte mütevazı bir köyde yaşıyorduk. Her şey olağan akışı içindeydi. Sabah kalk, işe git, aslan- kaplan her türlü kopukla uğraş. Köyde dön, işte zorla söylenmiş nezaket cümleleri, efendime söyleyeyim: ne idiği belirsiz birtakım ritüeller. Bir yerden sonra olmuyordu. Toplumun sınırları bana dar geliyordu. Onları aşmak istiyordum ama mahalle baskısı var işte. Bu nedenle hep geri planda kaldım.

Biraz zayıf ve kısa idim, ancak zekâm ve zihinsel kuvvetim yerindeydi. Devede de boy var sonuçta. Bunu gel de reise anlat. Kabile reisi beni hiç sevmezdi. Çekemiyordu. Hem zeki, hem de yakışıklıydım. Zekâm ve güzelliğim köyden sürülmeme neden oldu. Yani köyden atıldım. Reis yok mu o reis, onun yüzünden oldu her şey. Ama reis işte, unvanı var. Bir şey diyemiyoruz. Zaten madeni bulunca mühendis oldu o. Şimdi de bir şey diyemiyoruz. Sonuçta adam mühendis. Mühendisin eli tutulmaz.

Kabilenin en çekici adamıydım. Reis bakışlarıyla bunu belirtiyor, ancak dile dökmüyordu. Bunu ifade etse isyan çıkabilirdi. Herkes beni seviyordu. Ben de onları seviyordum, ama hayatım çok monoton geçiyordu. Kabile dansları da bana göre değildi. Bir gün, reis bana ters ters bakarken yanına gittim. Kim bu gözlerindeki yabancı? diye sordum. “—Git la burdan” dedi.

Zaten bahane arıyordum. Hemen yola çıktım. İki gün gezdim. Üçüncü günün kuşluk vakti bir vadiyi geçtim. Yamaçta bir nur gördüm. Sanki gel, gel diyordu. Hemen oraya gittim. Parlak taşlar vardı. Bir süre sonra anladım ki, bunlar hep bahsi geçen kıymetli taşlardandı. Bu taşların bir kaynağı olduğu söylenirdi de inanmazdık.

Cevheri gördüğümü sanmıştım. Diğer insanlara haber vermekte kararsızdım. Önce haber vermeyeyim dedim. Sonuçta ben gördüm, benimdir yani. Kendim biraz uğraştım. Güzellerinden topladım, ama nasıl işleyeceğimi bilemedim. Tek başıma olmuyordu. Toplaması kolay olsa da, işlenmedikçe bir yarar sağlanamazdı. Hem, nasıl tek başıma hayatta kalabilirdim? Vahşiler beni aynı gün yok ederdi. Yalnızlık ise daha büyük dertti. Anılarını paylaşacak biri olmadıkça yaşamın ne anlamı var ki? Para pul yalan, önemli olan hoş anılar. Para daha aklımıza gelmiyor ama onu da biz bulacağız inşallah.

Anlamıştım. İşbirliği gerekliydi. Tek başına değil madenci, insan olmak olanaksızdı. Arkadaşlık, dostluk gerekiyordu. Birlik ve beraberlik şarttı. Mecburen de olsa anlamıştım. Hemen dostlarıma haber verdim. Cevheri onlar da gördü. Ben ise çok daha önemli bir cevheri daha keşfetmiştim. Dostluk cevheri, maden cevheri ile birleşince beni zamanın en ünlü insanlarından yaptı.

O zamanlar kayıtlı tarih olmadığından ismim bilinmiyor. Ama ben gönüllerdeyim. İnsanlığın içine işlemişim. Siz şimdi adımı hatırlamasanız da, ben medeniyeti ürettim. Şimdiki dünya size benden, daha doğrusu bizden mirastır. Çıkarttığımız taşlar sayesinde her şey gelişti. Taş Devri’nin taşları hep bizden gitti. Çağ açıp çağ kapattık. Ne güzel günlerdi.

Siyah keskin taşlardı bunlar. Alet yapımında, özellikle de kesici alet yapımında kullanılırdı. Atalarımızdan hep duyardık: taşların toplu bulunduğu yerler varmış. Ancak daha önce topluca bulunduğunu görmemiştim. O zamanlar kıymetli bir madendi. Şimdilerde obsiyden deniyor adına, kıymeti yok. Yani insanlar tarafından eskisi kadar istenmiyor. Yoksa her şey gibi müstakil bir değeri var. Yerin merkezinden fışkıran volkanik lav; silisyum oksit ve soğuk havanın dansı ile oluşuyor. Her birinin atomları milyarlarca yılda, insanla yan yana, yıldızlarda oluştu. Değerli olmaz olur mu?

Değer dediğin nedir ki zaten? Sen neye değerli dersen odur. Bu yüzden madenin değeri düştü. İnsan ulaştığına değer vermiyor. İşlevi o kadar da önemli değil, sınırlı olması, ulaşılmazlığı değerlilik yaratıyor. Öyle olmasa uzaya çıkmaya çalışır mıyız? Sen önce kapı komşunu bir tanı, açlıktan ölen milyonları keşfet. Sonra uzaylı ararsın. Gel de anlat şimdi. Anlatamazsın. İlla ulaşamadığını ister. Mesela on bin yıl sonra bakır bulunmuştu. Olay oldu. Bakırın bakır zamanında bir balta on adamı hayatı boyunca yaşatırdı. Çok değer veriliyordu. Ama şimdi yolda görsen yüzüne bakmazsın. Bakır aynı bakır, ama değer yargılarımız değil.

Gel de insana anlat. Ama gerçeğin de kıymeti kalmadı. Sözün ederi nedir günümüzde? Hiçbir şey. Eskiden söz ağızdan çıktı mı, bir anlamı olurdu. Şimdi tüketim sevdamız yüzünden anlamları tükettik. Boş konuşmalar sardı her yanı. Bir şarkının, bir sözün halk için anlamı vardı. Bir söz söyleyince tarihi değiştirirdiniz. Çünkü sözlere güvenilir, nesilden nesle taşınırdı. Bugün atasözü dediğimiz şeyler, bizim o zamanlardaki günlük konuşmalarımızdır. Birbirimize destek olduğumuz, inandığımız için geleceğe taşındık.

İnsanlık çok değişti. Eskiden ihtiyaçlar söz konusuydu. Artık şuursuz istekler var. Bunlar tarafından yönetiliyoruz. Doğa karşısındaki aciz durumumuzda hep doğaya hükmetmeyi isterdik. Şimdi kendimize hükmedemiyoruz. Hep tüketim hırsımız yüzünden. Daha fazla tüketeceğiz diye her şeyi görmezden geliyoruz. Hızlı tüketimin, hızlı yok oluş anlamına geldiğini göremiyoruz.

Bunun da temelinde bencilliğin olduğunu düşünüyorum. Benciller ve bunlara özenerek yaşamaya çalışanlar. Bunları daha geniş zamanda anlatırım. Sonuçta insan oldukça madenci olacaktır. Ben insanlığın madenci tarafı olarak size sektörden haberler vermek istedim. Bayağı eski haberler, ama farkına varılmamış olanlar. Bunları öğrenin ki, geleceği sağlam temeller üzerine kurasınız.

Size tarihimin çocukluk safhasını anlattım. O zamanlar bir çocuk yıldız idim. Gittikçe gözden düştüm. Madenci artık eskisi kadar saygı görmüyor. Ama ben demiştim azar azar verelim diye. Dinletemedim. İnsanoğlu tüketti de tüketti. Hep daha fazlasını istedi. İhtiyaçlar yerine istekler öne çıktı. İhtiyaçlar sınırlı, istekler sınırsızdı. İstekler saçmaydı. İstekler bizi batırdı.

Eskiden cevheri görmek zordu. Aramak gerekiyordu. Şimdilerde imkansız. Şimdi arasan da bulamazsın. Değer yargıları değişti. Artık televizyon dünyasında yaşıyoruz. Gerçek bir yanılgıdan ibaret. İnsanlar öze bakmıyor, çerçeveye bakıp değer biçiyor. Görüntü ne kadar da önemli oldu.

Mesela bir sözcüğü mecaz anlamda kullanabiliriz. Bu, aslını geçici olarak görmezden gelmektir. Belki mecazı asıl anlam yerine koymak da mümkündür. Ama aslını yok edip mecazı üste çıkardınız mı, bir yanlışlık var demektir. O zaman temeli, edebiyatı ile bağları kopar. Sözcükler, tümceler sahipsiz kalır. Bugünkü değerlerimiz gibi, yanılgıları gerçek sanırız.

Değer nereden gelir, bir şey değerini nereden alır? Felsefe falan yapamayacağım şimdi. Zaten filozoflar hayırlı bir iş yapıyor olsaydı madencilik bu kadar aşağılanmazdı. Oturduğun yerden ahkâm kesmek kolaydır. Sobaya attığın kömürün, yemek yediğin kabın nereden geldiğini bir düşün. Olay boş konuşmakta değil, iş yapmakta. Uygulamaya geçmedikten sonra fikirler neye yarar?

Cevheri göremedik. Bütün iş önümüzdeki cevheri görmekti. Çöp diye bir şey icat ettik. Madenleri çıkarıp silah yaptık. Eskiden de yapıyorduk ama bu sefer farklı. Şimdi savaş için değil, yok etmek için yapıyoruz. Bir anda yeryüzündeki canlı yaşamını yok edebiliriz. Şimdi bireyleri değil, insanlığı hedef alıyoruz. Ben en başta ben azar azar verelim demiştim, ama dinletemedim.

Leave a Reply