Gökdelen caiz mi, nereden bilecekti Babil Kulesi’nin müteahhitleri? Semaya uzanan eller neden helak edildi? Belki de sorulması gereken bu değil. Söylenceler bugüne kadar nasıl geldi? İnsanlık bu güne kadar nasıl gelmişti?
Söylence de olsa bir nedensellik vardır diye düşünüyorum. Toplum dersini tarih boyunca yanında taşımış, ancak kulak asmamıştır. Babil Kulesi söylencesi de insanın taşıdığı her şey gibi işine yarar. Ancak tarih gösterir ki insan ders almaktansa hatalarını tekrar etmeye meyillidir. Değiştiğini sanır, ama aslında değişen sadece görüntüdür. Yeni olan aslında eskinin farklı bir temsilidir. Nedenler bilimine girmeden önce camdan bir göz atıyorum.
Kör değilim, ama görünmüyor hayat. Şehrin ortasında görmeye çalışıyorum. Bir şey göremiyorum. Devasa binalar var, Tabiatın önüne geçmişler. Sanki bir şeyler gizliyorlar ya da gizlendiklerini sanıyorlar. Ufuk yok, camdan bakınca betondan başka hiçbir şey yok. Kimse göremiyor, sorunca öğrendim. Görüş kimsenin umurunda değil. Herkesin önceliği görünüş olmuş. Görüntü için yüksek kuleler inşa etmişler. Halbuki buradan görünen yalnızca çaresizlik, kapanış ve bir şansın heba edilmesi.
Rivayet o ki Babil şehrinin insanları bir kule inşa ederek cennete ulaşmak istemişler. Tanrı bu büyüklenmeyi cezalandırmak için dillerini değiştirmiş. Herkes farklı bir lisan konuşur olmuş. Birbirini anlamayan insanlar da felaketi yaşamış. Dillerin kökeni böyle açıklanıyor. Tabi ki bu bir saçmalık, biz de… Hele ki günümüzde, Babil’i eleştirecek konumda olduğumuzu sanmıyorum. Eskinin hikâyelerini, söylencelerini, ibadetlerini tam gaz eleştiriyoruz. Önce kendine bak derler adama. Önce kendini anla, yaşadığın yeri sorgula, sonra…
Yeni Babil’in eski havasını soluyorum. Şehir bir bela gibi sarıyor etrafımı. Yaşamak için olmadığını seziyorum. Şehirdeki maksat hayat değil. Ne geleceğe yönelik, ne de günümüze ait, geçmişten de bihaber. Sanki başka bir mukaddes amaç var şehirde. Kimsenin bilmediği gizli bir anlam saklanmış gibi. Yüce beton aşkına yapılmışçasına yükseliyor. Adeta betonlaşıyorum bu talihsiz yerde. Bu artık yerleşim yeri değil, başka bir şey. Kimsenin inanmadığı bir din misali, hiç de inandırıcı olmayan beton yapıları var. Yine de tapınmaya mahkûmmuşuz gibi. Gökdelenler Kâbe minvalinde. Plaza dilini bilmiyorum; ama kurtulmak istiyor gibi görünmüyorlar.
Şehir bu dünyayı düşünmüyor. Herhangi bir dünyayla ilgili de değil, dünyanın dışından geliyor. Kafaların içinden belki. Hayattan başka her şeyi hesaplayan, hayata yönelik olmayan kafalar var. Bunların dışarı yansıması ile şehir vücut bulmuş. Şehir kafada. Tepeden geliyor bela. Yükseklere bakarken sendeliyorum, sırt üstü olmak üzereyim, hala yaşadığımı sanıyorum. Gökler delinirken kuleler hayata üstün geliyor, şehir beni sırt üstü ediyor. İnsan gelişmişlik karşısında tuş oluyor.
Tam yenildim derken bir mavi alıyor gözlerimi. Öyle mavi ki mavinin anlamı değişiyor. Gözlerim dalıyor. Gözlerim çıkmıyor. Bir de beyazlıklar var arada. Belki hatırlarsınız, onun adı gökyüzü. Pek çevirmesek de yüzümüzü, hala orada, büyülüyor gözlerimizi. İnsanlık ona ilgi göstermemiş gibi. Kimse bakmıyor yüzüne. Zira görünmüyor şehirden. Şehri bırakmadan görünmüyor hayat. Kuşlar görünmüyor. Nefes aldığımız ağaçlar görünmüyor. Pınarlar görünmüyor ki aslında suyuz biz.
Gökyüzü görünüyor işte. Bize dair ve bize doğru bir hayal bahçesi, orada bekliyor hepimizi. Şehir itiyor, gökyüzü çekiyor. Şehir bir şeye benzemiyor, ama bulutlar çok şeye benziyor. Bir anne çocuğunu kovalıyor. Bir bebek yaramazlık yapıyor. Kalp var bir tane. Bir de canavar, ama çok tatlı. Ağaçlar var. Bir de koyunlar, çok miktarda koyun var, otluyorlar. Güneşe direnen su var. Rüzgârla dans eden yağmur hemen yanında. Ilık serinlik de arkalarında. Ne güzelsin gökyüzü. Mavi gibi görünsen de senin rengin hayat. Seni seviyoruz.
Bir masrafı yok, sadece kazandırıyor bize kendimizi. Ama dönüp bakmıyoruz bile. Aslında kimseye söylemek istemiyorum, bilmeyenler kısa yoldan zenginleşmesin. Harcatmamalı kimseye bu zenginliği, bu ihtişamı ayağa düşürmemeli. Bir yandan da çocukları düşünüyorum. Gençleri ve hayal edenleri, bakacak kimsesi olmayan şehirlileri. O zaman işte diyorum, size gökyüzü, bakacak birisi.
Şehrin laneti altında gökyüzü bir nimet gibi. O bulutlar sanki şirinlik abidesi. Keşke diyorum ben de orada olsam. Bulut olsam, bulutlara karışsam da kaybolsam gökyüzü denen hayal bahçesinde. Umurumda olmasa aşağıdakiler. Sadece güzel olmaya devam etsem, sonsuzca.
Gerçeklik dürtüyor. Fark ediyorum ki aslında gökyüzü diye bir şey yok. Orada duruyormuş gibi, ama değil. Orada bizim imkânsızlığımızın dışında hiçbir şey yok. Gökyüzü sadece bir olasılık. Zaten hak etmiyorduk böylesini. Akşam oluyor. O zaman hiçbir şey görünmüyor. Bir umutla yıldızları arıyor gözlerim. Görünmüyorlar. Göğe ulaşamayan eller kendini gizlemiş. Şehir kendisini ışıkla örtmüş. Akşamda göğe dair hiçbir şey yok. Yıldızlar da görünmüyor gelişmişliğin altında.
İnanılmaz şeylerin beklentisi içindeyim. Hayat yeniden başlasın istiyorum. En azından hayallere dalacağım bir gökyüzü olsun. Karanlığa dalıyorum. Umudumu kaybetmiyorum. Günün doğacağı varsayımına ilk defa böylesine kapılıyorum.
Anlamıyorum, kimsenin de anladığını sanmıyorum. Saçmalığın farkına varmamak için oyalandığımızı fark ediyorum. Anlamamaya gönüllü olmuşuz. Tanrı cezamızı vermiyor bile.
Derken ışık doluyor dünya. Mavi geri geliyor. Her yanı sarıyor. Baktığımda yüzümü gülümsetiyor. Yok yere mutlu ediyor. İmkânsızı istetiyor. Yere inat, çekiyor. Ama kuvvetle değil, güzellikle. Tahammül edilemez bir şefkatle dilim çözülüyor. İtiraf etmek zorundayım. Anladım ki ne biz onun için varız, ne de o bizim için mümkün.
Şu hayatsız şehirde payımıza gökyüzü düşüyor. Büyük, ama o kadar da yok.