Laiklik ve Sekülerlik
Laik, “din işlerini idari işlerden ayrı tutan” demektir. Fransızca laïque sözcüğünden gelir. Kilisenin devlet yönetiminden uzaklaştırılmasını savunan kişi veya görüş olarak laïc- rahip sınıfına mensup olmayan kimse sözcüğünden türemiştir. Latince laicus < Eski Yunanca laïkós halka ilişkin, halktan < EY. láos halk kelimenin ilkel biçimleridir. Lailkik terimi 19. yüzyıl ortalarında Fransa’da ortaya çıkmıştır. Önceleri din adamlarının politika ve eğitim işlerinden uzak tutulması anlamına gelirken, zamanla dinlere eşit yaklaşım sergilemek ve din işlerini ayrı tutan siyaset anlayışı olmaya evrilmiştir.
Seküler (Eng. secular ) dünya dillerinde daha çok kullanılan yakın anlamlı bir sözcüktü. Köken olarak çağa ait, dine değil dünyaya ait, dünyevî anlamına gelen” Latince saecularis <saeculum: insan ömrü” sözcüğüne dayanır. Laiklik dini devlet işlerinden uzak tutmayı amaçlayan bir tutumu anlatırken; sekülerizm dünyevi işleri önemsemekle ilgili öğretidir. Laikliğin daha negatif bir anlama geldiğini söylemekle birlikte, iki sözcüğün birbirinin yerine kullanılabildiğini de belirtmek gerekir. Laiklik engelleme, sekülerizm ise olumlu yaptırım öngörür. Anlamların belirsiz ve karışık olduğunu yinelemekte fayda var. Sözcük anlamlarından yola çıkarak laikliğin: din yerine insanları öne çıkarmaya çalışan eylem; sekülerizmin de: dünyevi işlere odaklanmış, dini yaşama karışmayan düşünce tarzı olduğunu söyleyebiliriz.
Tarihte Laiklik Nedir
Din ve devlet işlerinin ayrılması fikri, 19. yüzyılda türetilen sekülerizm ve laiklik terimlerinden önce de vardı. Devlet mekanizmasında böyle bir tutumun batıdaki Aydınlanma Çağı’nın etkisiyle geliştiği söylenebilir. Francis Bacon (1562-1626), René Descartes (1596-1650), Baruch Spinoza (1632–1677), John Locke (1632–1704), Voltaire (1694–1778), David Hume (1711–1776), Cesare Beccaria (1738-1794) ve Isaac Newton (1643–1727) gibi filozofların öncülüğünü yaptığı fikirler 18. yüzyılda Fransız ve Amerikan devrimleri ile büyük ölçüde uygulamaya geçmiştir.
“Din adamlarının yanıtlarından bağımsız düşünebilme” anlamında tarihin başlangıcına dek izi sürülebilir. İnsanlar memurların verdiği yanıtlarla yetinmeyerek, ardını görmek istemiştir. Mesela, ilk filozoflar günümüz tabiriyle “laik” düşünce tarzının öncüleriydiler. Felsefenin din ve mitlerle ayrıldığı yer de burasıdır. Hayatın köklerine ilişkin açıklamalar getiren ve bir anlamda benzer çalışmalar olan bu disiplinlerin var oluş nedeni nedir? Yani, yanıt veren bir din, veya bilim varken hala soru sormanın nedeni nedir? Bunu örneklerle açıklayalım.
İlk filozof olarak kabul edilen Thales, meslek olarak diğer alimlerden farklı bir şey yapmıyordu. Kendisinden önce birçok bilge insan yaşamış, ondan çok daha meşhur olmuştu. Thales’i filozof yapan neydi? Felsefe tarihinde onun ilk filozof kabul edilişi din dışı düşünebilmesine bağlanır. Thales kendine verilen cevaplarla yetinmiyor, o zamanki Yunan mitlerini sorguluyordu. Onun döneminde tanrılar birbirine tuzak kuruyor, ev işlerine özen göstermiyor, evlenmek ve kıskançlık gibi adetlerden geri durmuyorlardı. İlk filozoflar bu yaramaz tanrıların cevaplarıyla yetinmediler. Mesela, bir gemi battığında Poseidon adlı tanrının yaptığı söyleniyordu. Ya da bir insan öldüğünde Hades ölüm getirmiş oluyordu. Felsefe burada ortaya çıktı. Söylencelerle değil, merak edip araştırarak yaşama çabasıydı.
İnsanın merak etme, öğrenme, paylaşma özelliğinden gelen bir çalışmaydı. İnsan keşfettiği için o günlere gelmişti. Şehir ileri gelenlerinin kararlaştırdığı “şehir tanrısı” her şeye yanıt veremeyebilirdi. Üstelik birçok tanrı vardı ve çoğu bilgi çelişiyordu. Sokrates bu saçmalığı anlatmış, sadece sohbetlerde merak etmeyi öğütlediği için öldürülmüştü. Onun öğrencisi Platon’un Akademi’yi, Aristoteles’in Lise’yi kurması da bu nedenleydi. Şehir tanrısının dediği doğru bile olabilirdi, ancak bunu neden deneyip görmüyorduk? Felsefe, bu nedenle bütün tarihte mevcut olanı sorgulamıştır. Laik düşünce, kendine söyleneni araştırmak, gerçeğe ulaşabilmek için filozoflarca savunulmuştur.
Örneklerle Laikliğin Gerekçeleri
Çevremizden bir örnekle durumu özetleyelim. Laikliğin neden savunulduğunu anlamayan birine Atatürk şu yanıtı veriyor: -Adam olmak için! [1] Avrupa’nın 400 yıl mücadele verdikten sonra benimsediği seküler yönetimi birkaç yılda zorla kabul etmiştik. Bu, iyi mi oldu, kötü mü tartışılır. Ancak tepeden inme olsa da, dünya medeniyetleri arasında apayrı bir yerde durduğumuz açıktır. Çoğunluğu Müslüman olan ve köklü bir laik geleneğe sahip tek devletiz. Yakın Doğu’da halen tek laik devlet Türkiye’dir. Ayrıca dünya kamuoyunda ülkenin yeri bilinmese de, seküler yapısı ile anımsanmaktadır.
Laik olmanın bize ne kattığını örnekleyelim. 10. yüzyıl itibariyle İslam ülkeleri altın çağını yaşıyor, her alanda diğer uygarlıklara örnek oluyordu. Bu sırada Avrupa’da din adamları ve derebeylerin hükümranlığı sürülüyordu. Din uğruna her şeyin yapılabildiği bu dönemde bir rahip bütün dünyayı Haçlı Seferleri ile savaşa sürükleyebiliyordu. Din sömürüsü o kadar arttı ki, insanlar yaşamak için sorgulamak mecburiyetinde kaldılar. Hem kendi içlerinde, hem de diğer medeniyetlere karşı alınan mağlubiyetleri din adamlarına mal ettiler. Çünkü onlar araştırmayı, soru sormayı değil, itaati öğütlemekteydi. Kendi çıkarları için dini duyguları sömüren bu insanlar toplumlarını yenilgiye sürüklemiş ve kendi sonlarını hazırlamıştı.
Daha sonra Karanlık Çağlar olarak adlandırılan dönemi, din adamlarını devletten uzaklaştırarak sonlandırdılar. Din devlet tekelinden çıkınca yüzlerce farklı Hristiyanlık öğretisi ortaya çıktı. Hepsi dört bir yandan dünyaya yayılmaya çabaladı. Din otoritesinin tek elden zorlamaları olmayınca özgür düşünce, müreffeh yaşam ve teknoloji gelişti. Ufak bir kentin insanları sadece denizcilik teknolojileri ile muazzam ülkeleri fethedebildiler. Bunları, merak etmekten alıkoyan din adamlarını devletten uzak tutarak yaptılar.
Altın Çağı’nda İbn-i Sina, Farabi, Kındi, İbn-i Rüşd, Mevlana gibi filozoflar çıkaran İslam uygarlığı daha sonra bunların tamamını yasakladı. Filozoflar Müslümandı ancak bazen dini es geçip bilimsel açıklamalar yapıyorlardı. Bazıları vahiye bile inanmıyordu. Bu, tek amacı daha fazla iktidar olan sonradan müslümanların otoritesini sarsıyordu. Gittikçe daha kapalı bir din algısı oluştu. Artık İslam’ın ilk zamanlarındaki iyilik, yardımseverlik yerini nemrutluğa bırakmış, hiçbir rakibi olmayan uygarlık kendi içinde iktidar kavgalarıyla parçalanmıştı.
İlerleyen zamanlarda Osmanlı yenilikçi, kısmen seküler düzeni ile hareket getirmişse de, bu da tarihe yenik düşmüştür. Avrupa’da bir adam öldüğünde vücudu incelenip neden öldüğüne bakılmaya başlanmıştır. Halbuki bizde bu bir zındıklık olmaktadır. “Allah’ın işine karışılmaz” düşüncesi İslam’ın altın çağındaki tefekkürü yok etmiştir. Batılılar insanı araştırmış, İbn-i Sina gibi tıp bilginlerinin yolundan gitmiştir. Karanlık çağlardaki din-devlet karmaşasının yaşamı değil, köleliği öngördüğünü anlamışlardır. Bu sırada bizimkiler de Kur’an’dan fal bakmak, yıldırım düştü diye bilim adamlarını öldürmek gibi adetler edinmiştir.
Osmanlı Devleti kuruluştan itibaren nispeten adaletli ve yenilikçi olmuştu. İdarenin taassuba girdiği zaman devletin çöküşü başlamıştır. İslam coğrafyasındaki onlarca devletin yok olup, yerine Osmanlı’nın gelmesi tesadüf değildir. Yeniliklere açık olmak bu devletin karakteriydi. Zamanla bu yitirildi. Yeri geldiğinde diğer tüm devletlerden daha seküler davranabilirken din adamlarının etkisi ile yok oldu. Şeylülislamın etkisi arttı. İlmiye sınıfına bütün gün şikayet eden ancak hiçbir çözüm üretmeyen yobazlar doldu. Uygulamadaki başarısızlıklarımızı dini açıklamalarla görmezden geldik. Giderek daha kapalı ve dinle iç içe bir devlet olduk. Allah bizim yanımızda diyerek, din adamlarının verdikleriyle yetindik. Ama hiçbir zaman düşünmedik: Allah bizim yanımızdaysa rakiplerin yanındaki nedir?
Sonuç
Allah’ın işine karışılmaz inancıyla cumhuriyete kadar geldik. Ancak bundan sonra durumun ciddiyetini anlayanlar bazı soruların sorulması gerektiğini gördüler. Bunlar dini zedeleyici değil, aksine yüceltici eylemlerdi. Gavur diye aşağılanan yabancılar ülkeyi istedikleri gibi parçalayıp bölerken, nihayetinde, bazı gelişmelerin gerisinde kaldığımızı fark ettik.
Kendimizden örneklerle seküler düşünceyi anlamaya çalıştık. Laikliğin daha birçok sebebi var. En azından Ortadoğu’daki Müslümanlar hariç bütün ülkelerin haklı bir nedeni olmalıdır. Biz burada temel bir önermeden yola çıktık. Günümüzde gözlemlemek güç ancak laik bir ülke olmakla, düşüncedeki engelleri kaldırdığımızı ve dine de daha sağlam bir şekilde yaklaşabildiğimizi söylemeliyiz.
Sonuç olarak laikliğin yaşam mücadelesinde gerekli bir adım olduğu ortaya çıkıyor. Bir insan yaşamak için yemek yeyip barınarak bile laik bir davranış yürütmektedir. Öğrenip, öğretiyor, bilim yapıyorsa da laik bir tutumdadır diyebiliriz. Böylelikle kısmet deyip hayatın gidişatına kendini bırakmıyor; iç dünyasında istediği inancı yaşarken, maddi dünyaya maddi müdahalelerde bulunabiliyor.