Burası güneşin doğduğu yerdir, ben de güneşçiyim. Güneşçi de olur mu demeyin. Bu dünyada güneşi bekleyenler var, hala. Güneşin doğduğu yerde gölgeler var. Güneşin doğduğu yerde karanlık var, battığı yerden bile karanlıktalar. Kimileri bana fidancı da diyor, fidan yetiştirdiğim için, ama ben fidanlarımı iş olarak görmüyorum. Onlar için güneşçiyim, güneş veren. Onlara her sabah ışıyorum, ama aslında hayat için güneşten yansıtıyorum.
Adımıza yetiştirici demişlerse de ben onlarla birlikte yetişirim. Her sabah onların büyüdüğünü gördükçe biraz daha büyürüm. Fidanlar içinse güneşçiymişim, minik fidanlar beni aydınlığın sahibi sanıyorlarmış, değilim. Beden benim değil, emanet; ışık zaten güneşten, yansıtmamak ne demek? Mümkün değil zaten, karanlık kuytulara düşmemişsen. Esirgediğini kendinden esirgersin. Bunu bana fidanlar fark ettirdi.
Fidanlarım bana güneşi soruyorlar, burada diyorum. Güneş hep bizimledir, biz güneşiz. Biz de güneş miyiz? diye soruyorlar, hem de nasıl diyorum. Gece olunca kaygılanıyorlar, gündüz olması içindir diyorum. Araya bulutlar girince güneş gitti sanıyorlar, güneşin ana yurdunda buluta kanıyorlar.
Fidanların sayısı çok değilse de benim için uçsuz bucaksız bir deryadırlar. Ben onlarda sayı değil gelecek görürüm. Fidanda gelecek görmeyen, fidanın sonsuzluğunu fark etmeyen kendi derdine yansın. Ben onların cılız yeşilinde yeşilin sonsuzluğunu görmüşüm. Fidanın küçüklüğüne değil imkanına tutulmuşum. Fidan değil, gelecek demişim.
Her gün güneşle birlikte doğarım fidanlara. Fidanlar öyle bakar ki, evet bakarlar, bir işe yaradığını hissedersin. Her gün bir işe yaradığını hissedersin. Geleceğin ağaçları sana bakıyorsa bayağı bir işe yararsın.
Ne var ki gölgeler var güneşin doğduğu yerde. Güneşin doğduğu yerde karanlık var. Ne kadar yanlarına gitsem de aydınlanmıyorlar. Onlara aydınlanmaktan bahsediyorum. Bir şey yapmak zorunda değiller, bir şey yapmamaları gerekiyor, gölge etmemek. Aydınlığa gölge etmemek ve mümkünse güneşin onlar için de sınırsızca müsait olduğunu fark etmek…
Gölgeler her gün buraya gelirler, onlara gölge demek kafidir. Gölgeler her gün gölge ederler, yaptıkları işe gölge etmek desek yeter. Her gün güneşin doğduğu bu güzel yere, güneşe dair en güzel memlekete gelir, gölge ederler.
Yine bir gün ışıkta geziyorum. İster istemez kara bir gölgeyle muhatap oldum. Gölge ediyor, ediyor da duruyor. Sual ettim, dedim bu ne yanlış iştir, ne karanlık uğraştır? Dedi karanlık esastır, ışık karartır. Dedim aydınlık güneştir, gerisi boştur. Dedi güneş bizim değilse bize karanlık hoştur. Dedim gölge etme, gölge sana da zarar. Dedi aydınlık uzaksa gölgeme karanlık yarar. Dedim bu hesap da görülür, karanlık da yorulur.
Sualime gölgeden başka bir nesne gelmeyince daha da gayretlendim. İşimi iyi yaparım ki hayatım iyi olsun. Küçük bir fidanın başında durmakta olan gölgeye “Fidanın başından çekil” dedim. “Kendi isteğimle gelmedim” dedi. “Seni buraya getiren kimdir?” dedim, “karanlık” dedi. “Bana karanlığı göster” dedim. Hiçbir şey yapmadan öylece durdu. Önceleri anlamadım. Sonra başka bir gölgeye sorayım dedim. Başka bir küçük fidanın başında duran gölgeye yöneldim. “Fidanın başında neden duruyorsun? dedim. Oralı bile olmadı, öncekine şükrettim.
Bir gölgeye daha gideyim dedim. Sağlam bir gölge buldum, “Neden gölge ediyorsun?” dedim. “Ben gölgeyim” dedi. “Olmayabilirsin” dedim. “Gölge ediyorum” dedi. “Neden?” diye sordum. “Gölge olduğum için” dedi. Anladım ki bu konuşmadan hayır yok. Anlayışsız gölgeye denk gelmiştim. Öncekine şükrettim.
Yaşamaya devam ettikçe gölgelerden birine daha denk geldim. Bu gölge başkaydı. Gölge etmek neyse de gölge ettirmeye çalışmak, gölgelikte ısrar içindeydi. Yerinde duramayan, diğer gölgeleri daha da karartmaya çalışan, karanlıktan daha karanlık bir gölgenin dehşeti içine düştüm. Bir şey demeye fırsat yoktu. Daha önce gölgeler karşısında geri çekilmiştim. Buna karşı geri çekilmeye bile imkân yoktu. Harekete geçemediğim bir gölge, hareket halindeki karanlık karşısında ne yapılabilirdi? Öncekine şükrettim, ışığıma döndüm.
Bundan daha kötü ne olabilir diye düşünürken ışık bahsiyle gölge edenleri gördüm. Şaşkınlığımı gizleyemedim, ışık görünümündeki gölge hayretin ötesinde kalıyordu. Işık adına karanlık iki kere karanlıktı. Karanlığa daldım.
Ey karanlık, nedir mihnet, nedir maslahat? Karanlık dile gelmedi. İtiraf etmeliyim, beni de etkiledi. En az güneş kadar görkemliydi, ama benden olmadığı için itiraf edemiyordum. Tüm heybetiyle hemen dışımızda duran karanlık hazretleri pek azametliydi. Pek tabi ayak divanına tenezzül etmedi. Ben kimdim ki bir güneş kırıntısı! Karanlık karşısında gölgelerle olduğu gibi konuşamadım. Gölge uşaklar konuşur, karanlık sadece kararırmış. Bir şeyin gölgesi olur da karanlığın aidiyeti olmaz. “Şu gölge” olur da “şu karanlık” yoktur. Yine de karanlığın benim nezrimde anonim bir şahsiyeti vardı. Kimliksiz varlığında onu konuşturmak istedim.
Önce “hoş gelmedin” dedi bana. Karanlığı aydınlığıma tahammül edemedi. Ama bu düşmanlıkta bir iş vardı. Ona göre yaşıyordu ışığım, ondan sebepti ışık ve buna mukabil isyan ediyordum. Belki karanlığın da kabahati yok, öylece duruyordu ki öylece durayım. Oluyordu ki olayım. Hoş gelmemiştim, hoş da olmuyordu karanlığa zıtlık. Bir süre anlaşamadık, sonra hiç anlaşamadık.
Karanlık mıydı esas, ışık mıydı fazla bilemem. Ama karanlığı yok etmek belki de aydınlığı da yok edecekti. Başarılı olduğum söylenemez. Yok etmekte başarılı olmak yerine var etmeye niyetlendim. Fidanlara geri döndüm, zaten olanı yapmaya. Hem bir fidanın büyümesine hangi gölge engel olabilir? Belki bir fidan sonsuza dek de gölgede kalır, ama fidanlık bir olmak değil; fidanlık fidanlardan biri olmaktır.
Siz ona fidan dersiniz, ben gelecek; siz ağaç dersiniz ben nefes; siz yeşil dersiniz, ben hayat.
Şu yatıp- kalktığım şey midir yaşamak? Değil mi hayatım hayatlar, fidan fidanlıktaki süreklilik ve hikaye hikayenin devamlılığı?