Sessiz dağların içindeki geçit aniden sarsıldı. Kocaman bir tur otobüsü etrafındaki her şeyi titretiyordu. Dar yoldaki yankıdan etkilenen bir çocuk otobüsün camını açtı. Sesleri dinlerken o sırada elinde tuttuğu kalem yola düşüverdi.
Kalem dar geçidin kenarına yuvarlandı ve Yunus’un onu bulacağı ana kadar orada bekledi. Yunus ise hayatını değiştirecek kalemden habersiz bir şekilde oradan geçiyordu. Belki mor renkli güzel bir kalem olmasa onu fark etmeyecekti. Kalemi fark ettiğinde aynı zamanda dünyayı da fark etti. Kaleme bakınca her şey mat, her şey karanlıktı. Kalemi eline aldı, “bununla ne yapsam” diye düşündü. Başkası tek kalemle resim yapamazdı belki; ama Yunus için o an tek kalem her kalemdi. Hemen oradaki taşlara şekiller çizmeye başladı.
Mor dışında bir renk yoktu, ama Yunus’un bir çözümü vardı. Diğer renklerin gerektiği yerlere sadece isimlerini yazdı: “Kırmızı”, “Yeşil”, “Mavi”… Bununla daha da mutlu oldu. Renk yokken renk, imkan yokken imkan yaratmıştı. Gün boyu resim çizdi, renk yarattı. Oradan geçen diğer köylüler Yunus’un resimlerini değilse de aşkını ve mutluluğunu takdir etmek için durup seyre dalıyorlardı. Bir yaşlı adam geldi ve “Bu yaptığın şeyin bir adı var: sanat.” dedi. Yunus sanatın ne olduğunu bilmiyordu, ama yaptığı şeye benziyorsa sanatı seveceğini biliyordu. Yaptığı şeyi tanımlayamıyordu, elinden geleni yapmak gibi bir şey olmalı diye düşündü. Resimlerini özenle yapıyordu ve çok mutlu oluyordu.
Yunus şaşkın bir şekilde “Sanat ne?” diye sordu. Yaşlı adam gülümseyerek “bunu kimse tam bilmez, her şey olabilir.” dedi. Resim, heykel, şarkı, hatta bir bina inşa etmek bile sanat olabilir.” Bu, Yunus’un zihninde yeni kapılar açtı. Demek ki bu yaptığından her yerde, her şeyde olabilirdi. “Heykel nedir?” diye sordu. “Heykel bu yaptığını elle tutulur hale getirmektir” cevabını aldı. Yunus bu fikre bayıldı.
Yaşlı adam yoluna devam etti. Yunus ise bulduğu dal, taş ve otlardan şekiller yapmaya başladı. O an orada yaptığı ilk şekil kurumuş ağaç dallarından oluşan bir insandı. Günlerce etrafta bulduğu parçalardan heykeller yapmaya çalıştı. Bulduğu herkese “nasıl sanat yapabilirim?” diye sordu. köylüler çamurdan yapması gerektiğini söylemişti. Çamur için de yağmur gerekiyordu. Günlerce yağmur bekledi. Toprak ıslandığı vakit insana benzeyen figürler yapmaya başladı. Heykellerin biri diğerini takip etti. Bundan çok hoşlandığı için daha da ilerlemek istedi. “Bundan daha çok yapmak istiyorum” diyordu. Daha da aşık olmuştu.
Yunus’a duvar resimleri yetmedi, heykeller de kafi gelmedi, daha çok sanat istiyordu. Resmin ve heykelin ilerisinde ne vardı? Köylüler Yunus’un azmini faydalı bir işte kullanmak istediler. Ona bir köy evi yapmasını tavsiye ettiler. Kerpiç yapmayı öğrettiler, kerpiç tuğlaların kurumasını beklemeyi de öğrettiler. Yunus aşkı için sabretmeyi de öğrendi.
Yunus tuğlalar yapmaya başladı. Yavaş yavaş duvarları ördü. Boş kaldıkça bir evin iskeletini oluşturmaya başladı. Hem sevdiği işi yapıyor, hem başkalarının işine yarıyordu. Sonra bu keyfi başkalarıyla paylaşmaya karar verdi. Köydeki herkesten birer tuğla yapıp getirmesini istedi. Köyün evi gerçekten de köyün evi olacaktı. Herkes tuğla getiriyordu. Tuğla getirdikçe köyün evi şekillendi. Haftalar ve aylar geçti, tuğlalar üst üste eklendi ve köyün ortasında tüm evlerden daha dikkat çekici bir yapı yükseldi.
Yapı tamamlandığında herkes onun bir parçası olduğunu hissetti. Bina sadece bir mimari eser değil, aynı zamanda bir birlik sembolü olmuştu. Köy halkı bu binayı “bizim ev” diye adlandırdı. Bir ailenin değil, tüm ailelerin eviydi ve gerçekten “bizim” evdi.
Bu sırada çocuğun hikayesi diğer köylere ve kasabalara yayıldı. İnsanlar merak edip bu köye gelmeye başladı. Gelirken tuğla getirme geleneği oluştu. Bizim köydekiler ise bu tuğlalar geldikçe yapılar yapıyor, köy evinden sonra insanlığın evlerini yapmaya gayret ediyorlardı. Yunus ve köyü gittikçe meşhur oldu. Artık başka şehirlerden bambaşka tuğlalar geliyordu. Rengarek, türlü türlü tuğlalardan bir sürü aşk şekillendi.
Çocuğun hikayesini duyanlar kalemler de getirdiler. Mor, mavi, yeşil, kırmızı; Yunus’un hiç bilmediği renkler bile geldi. Pastel mavi, metalik altın, neon yeşil… Kalemlerden bina yapmak gerekti. O kadar çok insan, o kadar çok kalem geldi ki köylüler işlerini bırakıp onları misafir etmeyi iş edindiler. Gelen kalemlerden ve insanlardan yeni evler yaptılar. Köy, renkli binaları ve efsanevi aşkları ile ünlendi.
Artık bu köyde doğan hiçbir çocuk boya kalemi sıkıntısı çekmiyordu. Herkesin elinde istediği kadar kalem vardı. Köyün bir ihtiyacı yoktu, ama dünyanın onlara ihtiyacı vardı. İnsanlar köye tuğla ve kalem getirip ders alıyorlardı. Ancak ne Yunus ne de köylüler ders vermiyorlardı.
Sadece ellerinden geleni yaptılar, elinden geleni yapmaya da “aşk” dediler.