hayatin anlami hayatın ben tarafı kitap yaşamın anlamı

Hayatın Anlamı Kitap Hayatın Ben Tarafı- Bölüm 2

 

Hayatın Anlamı Hayatın Ben Tarafı Doğuhan Murat Yücel Kitap

Hayatın Anlamı Kitap Kapağı

http://www.dmy.info adresinde yayımlanan Hayatın Anlamı Hayatın Ben Tarafı adlı e kitabın 2.. bölümüdür. 3. bölüm için http://www.dmy.info/hayatin-anlami/     dmy.info/hayatin-anlami  Çeşitli formatlarda indirebilirsiniz.

 

 

 

2: Felsefi Şeyler

Murat: Öyküm 60.000 yıl önce yaşanıyor. Afrika’nın kuzeyinde yaklaşık 200 kişilik bir grup kuzeye doğru ilerliyor. Güneydeki düşmanlar kuzeyde yok. Kuzeyde hiç kimse yok. Daha önce giden öncüler söylüyor. Kuzeydeki büyük suya kadar yerleşen yok.

Ben, grubun ortalarında ilerliyorum. Vahşi hayvanlara karşı hep tetikte olmalıyız. Bir de rakip insanlar var tabi. Biz ve diğer canlılar arası kavganın haddi hesabı yok. Neyse ki kimsenin olmadığı yerlere gidiyoruz, bizim olabilecek yerlere. Grup liderimiz şimdi bu yazıyla anlaşılmaz ama gırtlaktan gelen tok bir sesle Oti gibi bir şey. İsimlerimiz olmasa, birbirimizle konuşmasak, ne yapardık? Atalarımız bu güzel dil oyununu icat etmese ne yapardık? Dil sayesinde grubu kontrol ediyor, önceden anlaştığımız sözlerle iletişim kurabiliyorduk.

Lider çok canımı sıkıyor. Sürekli stres yapıyor. Geçen yeni keşfettiğimiz bir doğa ruhuna isim verilecekti. Ben “kunda” dedim. Reis başıma vurdu, – olur mu hiç bu “binda” dedi. Sanki çok fark var, şerefsiz. Zaten önceki reis daha iyiydi. O da şerefsizdi ama az. Kuytuda kalabalık girmeseler alayına giderdi. Reis dedim de, nedir bu reislerden çektiğimiz? Grubu bir arada tutan, hayatta kalmamızı sağlayan onlar olmasa çekilmez.

Bütün yemekler onlara sınırsız açık. En iyi eşleri onlar alıyorlar. O ne derse yapmak zorundayız. Geçen tam bir dişiyi ayarttım, çalılıklara doğru gidiyoruz: reis çıktı önümüze. Sonrası malum, elim şeyimde kaldım. Reisliğe mi oynasam acaba? Çok cılızım, arkadan vururum. Grup ne diyecek? Yok yok olmaz, ben reislik için doğmamışım. Öyle olsam biraz güçlü olurdum. Ben böyle de iyiyim. Hem reis olmak sorumluluk işi, risk almak gerekiyor. Risk yönetimi falan filan.

Geceleri çalılıklarda kamp kurarız. Yırtıcılar çok pis. Her gün 10-15 yılan, çiyan saldırıyor. Geçen bir oğlanı aslanlar aldı. Öyle izledik. Silah falan fayda etmiyor. Doğa çok acımasız. Keşke daha rahat yaşayabilsek. Keşke doğa bizi değil, biz doğayı yönlendirsek. Bir gün yapacağız ama, bir gün diğerleri bizden kaçacak. Hepimiz rahat edeceğiz. Bir sürü avımız, meyvemiz olacak. Bize karşı olan diğer her şeyi pişman edeceğiz. İyi ki akrabalık bağlarımız kuvvetli. Bu bağlarımız sayesinde arkamıza bakmadan ilerliyoruz. Bu bağlar sayesinde birbirimize kenetleniyor, bilgi paylaşıyoruz. Bizde eğitim çok önemlidir. İnsan olmak, eğitimle olur. Yoksa ne farkı var hayvanlardan? Çocuğu doğur at sokağa, sokaktaki hayvandan ne farkı kalır? Onu eğitmek gerek, oynamak gerek. Oyun, bir çocuğun en önemli amacıdır. Biz de oyun oynayarak başladık. Çocuk niye oyun oynar? İlerideki oyuna hazırlık olsun diye. Büyük oyuna büyük oyuncular gerekir. Çocuklarımız değerlidir. Çocuklar bizi yaşatacak.

Kadınlarımız değerlidir. Bir ara bir arkadaş bunlara tapalım dedi. Reisler iktidar mücadelesi yaşamamak için izin vermedi. Düşünsene insan çıkıyor abi. İnsan yaratıyorlar. Bizim gibi değil, onların peşinden koşar, hoşuna gitmeye çalışırız. Hayatın sürmesi için tohumlarımızı ekeriz ki toprak ana bizi daha çok eylesin. Tohum ne bilmiyoruz daha, 50 bin yıl sonra inş. Şimdilik ağaçlara dalıyoruz, bulduğumuzu yiyoruz. Avlanıyoruz ama çok iyi değiliz. İletişim kurabilmek biraz av yeteneği veriyor tabi. Ben yemedim ama leş yiyenler var. Geçim kavgası işte.

Sürekli göçüyoruz. Zaten daha yerleşik hayat aklımıza gelmiyor. Yemek nereye biz oraya. Arkadan gelen düşmanlardan uzak olmalıyız. Reis sürekli ileri diyor. Şey var sanki . Sürekli ilerliyoruz. Gidiyoruz. Unutmadan ölümümü anlatayım. Beni yılan soktu. Ölmedim ama halsizleştim. Grubu yavaşlatıyorsun dediler. Zaten kızlardan şansım da yoktu. Yalan olmasın, tek başıma biraz gezdim, nerede öldüm hatırlamıyorum. Ölü yalan söylemez. Ölmüşüm. Hatırlamıyorum. Yılandan korkmam, yalandan da korkmam.

Yücel: (küçümser gülüşle) Bu neydi şimdi? İlkel komedi mi? Her şeyi dalgaya alıyorsun. Ciddi şeylerin yok mu? Adam gibi bir öykün yok mu?

Murat: Ciddi şeyler? Bence hayat biraz fazla ciddi dostum. Onun ciddiyetine ciddiyet katmak istemem. Onu hafifletmek istiyorum. Katlanabilir yapmak istiyorum. Hayat zaten yeterince acıyla dolu değil mi?

Yücel: Hayat yeterince ciddiyetsizlikle de dolu ama, bence bu kadar dalga geçme. Nasıl bakarsan öyle görürmüşsün. (düşünerek) Belki de bir tavır takınmamak gerek hayata karşı. Bir denge kurmak gerek, nereye fazla yüklenirsen o kadar öbür tarafı kaybedersin.

Murat: Yanar döner olmak mı muradın? Öyle bir şey yok. Felsefeden vazgeçebilir misin? Az yobaz, az filozof ol o zaman. Yok öyle bir şey. Hayat öyle ilerlemiyor. İlerlemiyor aslında. Ne bileyim.

Yücel: Bir keşif yapacakmışsın da içine kaçmış gibi konuşuyorsun. Tamam insanın içindeki kontrol etme güdüsünü işlemek istemişsin. Ama bunu alaya alarak işlersen millet de seni alaya alır. Yani kim gülerek yazmayı istemez ki? İnsanların ciddi yazmasının bir sebebi var. İnsanların Lingua Franca’sı hüküm dilidir. Onlara hükmetmeni isterler. Ama beceremezsen de silinip atılırsın.

Murat: Becereyim mi ne diyorsun şimdi? Bu konuşmalar 18+ olmasın. Yayıncı beğensin istiyorum. Ayrıca hüküm dilini de bilirim. Yani, derdimi anlatacak kadar bilirim.

Yücel: (bilgisayarı elinden alarak) Neyse bakalım başka neler varmış. Babam Kim Benim, Ben-Sezar’ın Kaynı, Devrimin İcadı, Evimiz Mezar. Mezar dediğine göre dalgaya almıyorsundur. Bunu okuyalım.

 

Şimdiki adıyla Çatalhöyük, Konya’da Milattan Önce 6.000 yılında yedi bin kişi bir yapılar kompleksinde müthiş bir uyum içinde yaşıyordu. Birbirine bitişik yüzlerce ev nehrin getirdiği zengin toprakların üstünde hiç kimseyi rahatsız etmeden öylece duruyordu. Bir şehir büyüklüğündeki bu bitişik evler silsilesinin yolu yoktu. Aralarında boşluk yoktu. Hatta burada cam bile yoktu.

Burada yaşayanlar verimli toprağı işlemeyi, hayvancılık ve çömlekçiliğin sırlarını biliyorlardı. Tarihte pek az bilinen bir şeyi de biliyorlardı. Bildikleri şeyden ötürü bu şehir iki bin yıl ayakta kaldı. İnsanlar hiç öteki diye ayrılmadı. Yani ayrımcılık, sömürü, krallık yoktu. Evlerde ayrılık yoktu, insanlarda da olmadı. Kadın ve erkeğin belki de en eşit olduğu yerdi. Belli bir devlet ya da yönetim yoktu. Herkes bir bütün olduğunun farkındaydı. Hem, neden fark olsundu ki? Neden kavga olsun? Hepimiz aynı yapının içindeki boşluklardayız. Ancak birlikte varız. Birimiz olmadığında bu dev yapılar kompleksi içten içe çöker. Birimiz yok olduğunda boşluk olur içimizde. Ne kadar görmezden gelsek de biz hep birlikte olduğumuz için vardık, ancak öyle var oluruz.

Babamın dediği gibi çakmaktaşını komşumuza verip eve dönüyordum. Hemen ötedeki evin üzerinde insanların toplandığını gördüm. Biraz yanlarına yaklaşınca üzücü olayı duydum. Ben demiştim demek hiç hoşuma gitmez ama ben demiştim. Bu tanrıların işi değildi. Annemi öldüren illet bu sefer de komşunun eşini bulmuştu. Kadın ayakta bile duramıyormuş. Ne yazık. Ben en başta Hayvanlarla ilgili olduğunu söylemiştim. Doğa verdiğini alır. Hayvanları hep kendimiz için kullanıyoruz. Onların da bizim gibi var olma hakkı var. İşte bak hayvanların laneti yine geldi. Hayvanlara insan gibi davranalım dedim ama dinletemedim. Zaten kadınları ikinci cins olarak görenler var hala. Bu devirde bizi aşağılamaya kalkanlar var. Neyse ki topluluğumuz herkesin ve her şeyin görevi olduğunun farkında. Aradaki sesler pek işitilmiyor. Zaten o aradaki sesler ana tanrıçanın yanına bir de erkek tanrı getirmeye kalktı. Erkekten tanrı mı olurmuş, insan kadından çıkıyor.

Buralarda hayvanlarla genelde kadınlar uğraşır. Erkekler de yakınlardaki taş yatağında çalışırlar. Ayrıca hep birlikte tarlalarımızı süreriz. Tarlalarımız çok önemlidir. Ana tanrıça, toprağın efendisi olmazsa aç kalırız. Hastalık meselesine gelelim. Bence kadınlar hayvanlardan hastalık kapıyordu. Bazıları hala tanrılar istedi diyor. Ben buna inanmıyorum. Annemi öldüren tanrılar olamaz. Tanrılar bu kadar acımasız olamaz. Anneciğim daha çok gençti. Omzuna kadar gelen saçları, çakmak taşı gibi parlayan gözleri, yumuşacık yanaklarıyla ne de güzeldi. Bize canı pahasına sarılırdı. Hiç kızmazdı. Bir kere ben kileri dağıtmıştım, hiç kızmadı. Diğer anneler böyle değil. Babam onu çok severdi. Hepimiz severdik. Küçük kardeşim, babam, annem iki göz evimizde çok mutluyduk. Daha kaç sene oldu ki bizi bıraktı? Çok erken bir haksızlıktı.

Bir gün sabah yatağından kalkmadığını fark ettik. Hadi dedik, nazlanma. Nazlandığı falan yoktu, kadın ölüyormuş. Yine de kalkıp günlük temizliğini yaptı. Bizde temizlik çok önemlidir. Annem daha da önem verir. Öksüre bağıra çalıştı. Ben de yardım ettim. Sonra anne sen dinlen dedim. Bahar aylarıydı, merdivene tırmanıp damdaki kapıyı iyice açtım. Kardeşimi annemin yanına bırakıp damların üstünden şehrin dışına kadar gittim. Babam bazen tüccarların orada oluyordu. Babamı bulamadım. Eve döndüm annem iyice kötülemişti. Daha önce de hasta olanlar vardı ama bu başkaydı, sanki veda ediyordu. Akşama dek elinden tuttum. Yüzüme sürdüm ona iyi gelsin diye ana tanrıçaya adak adadım. Gittikçe kötüleşti. Akşam babam geldiğinde durumu gördü ve beni ondan uzaklaştırdı. Tanrılar onu yanına alıyormuş. Annemin ölmesini izledim.

Ne zamandı bilmiyorum, bir süre sonra nefes almadığını fark ettim. Gecenin karanlığında hırıltılı nefesini duyamıyordum. Babamı uyandırdım. O da fark etti. Ruhu tanrılarla birlikte dedi. Bir yere gittiğinin farkındaydım ama anlayamıyordum. Neden üzülüyorduk? Neden bu kadar acı vericiydi? Sabaha kadar dua ettik, ağıt yaktık. Sabah babam kazma küreğiyle odayı kazmaya başladı. Ocağın altını kazıyordu. İyice kazdı, sonra biraz örme hasır getirerek annemi sardılar. İyice kapatıp toprağa yerleştirdiler. Sonra ben de onun gibi öldüm. dmy.info/hayatin-anlami

Yücel: İnsanı düşündürüyordu. Bu yazdıkların gerçek olaylar mı?

Murat: Çoğu zaman tarihi buluntulardan yola çıkıyorum. Kendim, bulunan ölülerin hayatını yaşamış gibi hissediyorum. Sanki ben öldüm hayvan hastalığından. Sanki benim mezarım kazıldı, hırsızlarca. Her şeyi kendimden biliyorum. Ben insanım.

Yücel: Yok, öyle deme canım, niye kendine hakaret ediyorsun?

Murat: Yok yok, hepimiz insanız. Ne kadar kaçınsak da bu kadar muazzam yetenekleri kendimizi yok etmek için kullansak da itiraf edelim. Her şeyde bizim de payımız var. Sonuçta bunlara neden olanlar bizim soyumuzdan. Biz onlarız, onlar da biz. Bir düşünmek lazım neden benim kötü tarafım dünyayı sefil bir yok oluşa götürüyor?

Yücel: Ama sen hiç güzellikleri anlatmıyorsun. Hep trajedi yazıyorsun, bir de bunlarla dalga geçiyorsun.

Murat: Ne yapalım, önce acilen sefil düzeni fark etmemiz gerekiyor. Bunun için betimliyorum. Bunun için düşünüyorum. Daha komik olmayan şeyler istiyorsan orada bir öykü var, adı yok Adsız diyor. Onu oku.

Yücel: Tamam açıyorum.(Arar) Bilgisayar çok kasıyor. Bir format çak sen buna.

Milattan önce 3300’de Avrupa’da, orta Alplerde bir insan doğdu. Babası madenlerin bu tarafının reisiydi. Bakır madenlerinin sırrını bilmeleri nedeniyle rahattılar. Bakır almak için birçok insan takasa geliyordu. Babası ona kimseye güvenmemeyi öğütlemişti. Vahşi hayvanlardan kaçınmasını, köydeki buğday ve toplanan bitkilerden başka yaban hayatına bulaşmamasını öğütlemişti. Ataları çok zaman önce güneşin doğduğu yerden gelip buralara yerleşmişti.

Buralar çok canlının geçiş yeridir. Bize benzeyen adamlar da geçer. Bazılarına izin vermeyiz. Yeni gelenleri sevmeyiz mesela. Güneşin doğduğu yerden sürekli adamlar gelir. Babamlar bırakmazdı bunları geçmeye, biz de bırakmıyoruz. Babam buraları elde ederken çok çalışmış. Bana bırakırken de sıkıca tembihledi. Dünya acımasız, sen de acımasız ol diye. Reis olmak zor iş dedi.

Buralar geçiş yeri demiştim. Çok adam geçer. Çok kişi almak ister buraları. Vermeyiz. Eskiden hayatta kalmak için öldürürlermiş. Şimdi daha fazlası için de öldürüyorlar. Özellikle de bizimki gibi bir ticaret bölgesini çok isteyen var. Yakınlarda bakır dolu yerler var. Biz bakırı çıkarıp eritmeyi, silah yapmayı biliriz. Bakır karşılığında yiyecek-giyecek takas ederiz. Bakır çok önemlidir. Ağaç gibi değil, çok dayanıklı. Babamdan kalan bakır baltam on adamı ömür boyu yaşatır. Savaş malzemesi en değerli olandır. Şuncacık bakır dünyalara bedel. Önce hayatta kalacaksın tabi.

Birçok savaş gördük. Sürekli mücadele halindeydik. Ben kendim çok fazla yaralandım. İzleri bedenimdedir. Bir keresinde kendi adamım beni öldürmek istedi sağ göğsüme cılız bir kılıç attı. Hemen öldürttüm. Geçenlerde de sağ elime bir kılıç darbesi aldım. İyileşmedi hala. Tanrılarca kutsanmasam yaşayamazdım. Tanrılar şuradaki yaşlı şifacı- büyücüyle bana ulaştı. Beni kaç kez kutsadı. Her yerim kutsal dövmelerle doludur. Büyücü bunları ısıtılmış çakmak taşından bir bıçakla işlemişti. Şu yakınlardaki taşlara, dua eden adamlar yaptı. Yerin ve göğün sahibi tanrılara dua etsinler diye.

Ben herkesten çok yaşadım. Yaşlandım. Köydeki genç ve güçlü olanlar kıskandı. Benim ölmemi istediler. Ama tanrılar izin vermedi. Ölmedim. Gençler gittikçe bileniyordu. Yerimde gözleri vardı biliyorum. Beni öldürmek istiyorlardı. Beni sevenler de vardı. Onlar tarafından korunuyordum. 2 gün önce herkesin içinde alenen saldırdılar. Artık yaşlıymışım, büyük madene sahip çıkamıyormuşum. Öldürmeye çalıştılar. Karşılık verince köyden gittiler. Hemen sonrasında artık ne yapmam gerektiğini düşündüm. Giden grup köyün geri kalanını da kandırmıştı. Herkes bana cephe aldı.

Ben de tanrılara sormak için yukarıdaki ormanlara gittim. Tam köye dönüyordum ki bir de dağ tanrılarına yakarmak istedim. Çıkabildiğim en yüksek yere çıktım. İki yüksek zirvenin arasında bir geçitte tanrılara seslenmek istedim. Burası tanrıların bulunabileceği kadar güzel bir yerdi. Tanrılara silahım üstümde seslenemezdim. Bakır baltamı, yeni yapmaya başladığım yayımı, bıçağımı ve oklarımı ve merhem olarak taşıdığım bitkilerle, yiyecek mantar ve meyveleri taşın üzerine koydum. Kendim de 5 metre ötede tanrıları duymaya çalıştım. Bundan sonra ne yapmam gerekiyordu? Bana bu acıları neden yaşatıyorlardı? Yeni yeni dinlemeye başlamıştım ki sırtımdan göğsüme yayılan müthiş bir acı hissettim. Bu acının benzerini savaşırken yaşamıştım. Tanrılar olamazdı her halde. Arkama dönüp baktım. Bir de ne göreyim? Az ötede bizimkilerden biri yayıyla bana bakıyor. Hemen eşyalarıma ulaşmak istedim. Ama istemekle kaldım. Yere savruldum.

O an ölümü hissettim. Tanrılar beni yanında istiyor dedim. Bu sırada okçu bir taş alıp kafama vurdu. Kesin ölmemi istiyordu. Biraz nefes aldım, çabucak öldüm. Sonra katilim beni çevirip okunu çıkardı. O zamanlar kendi silahımızı kendimiz yaptığımızdan, katil belli olabilirdi. Benim oklarımı da ortadan ikiye kırdı. Kendim kendimi öldürdüm sanılsın diye her halde. Ya da yakınlarım yaptı sanılsın diyedir. Değerli baltamı, eşyalarımı bırakıp çekti gitti. Baltam buralarda kimsede bulunmadığından katili ele verebilirdi. Üstüme taşlar örttü, kimse görmesin diye. Ölümüm iyi planlanmıştı.

Yücel: İnsanlık acıyla mı yoğrulmuştur?

Murat: İnsanlık iyilikle, oyunla insan oldu. Ama kötüye uydu. Bunlar yaşanan milyonlarca güzel anının yanında birkaç kötülük. Saklambaç oynarken bizi bulanları öldürmek huyumuz. Olmayacak şey değil mi? İşte insanın inanılmazlığı. Derinlerde bir kötülük var ve suyu bulandırıyor. Gün geçtikçe içimizdeki cılız kötülüğü besliyoruz… Hani bir yarışma vardı, “gelecekte yazarlık” diye. Ona yazdığımız öyküleri biliyorsun. Sonra onları da okuyalım.

Yücel: Evet, hatırlıyorum. Acemilik zamanlarımızdı. Ama hala gelecek değişmedi. O zaman düşündüklerimiz geçerli. Şimdiyi değiştiremedik, gelecek de aynı kaldı. Peki ne olması lazım sence? Tarihi ne değiştirir? Devrimi nasıl yaparız? Bu arada senin şu Devrimin İcadı öykünü merak ettim. Bir bakalım mı?

Murat: En ciddi yazımdır. Yazarken zorlandım. Öykü yazma ödevi vardı. Ondan yaptım. Yoksa komikçilik akımına bağlıyım. Ama dur, şu yazıları alıp getireyim.(Odasından birkaç kağıt getirir) Şimdi okuyabilirsin.

Yücel: Okumadan önce söyleyeyim. Farklı olmak adına komik durumlara düşmemelisin. Felsefe yazıları neden ciddi ve kasvetlidir? İnsanın durumunu anlatır da ondan. Acıklı durumu komik anlatırsan ciddiye alınmazsın.

Murat: Ciddiye alınmamak hedefimdir. Bazıları hayatı ciddiye aldı diye bunca yıkım yaşanıyor. Ciddiyeti icat eden insandır. Diğer tüm canlılar bir döngü içerisinde yaşarken, insan döngünün dışında olduğunu, daha kötüsü döngünün onun hizmetkarı olduğunu sanmıştır. İnsanın bir kısmı istediği gibi yaşayacak diye kalan tüm canlılar işkence çekemez. Bunu düzeltmek için tek yapabildiğim insanları bu ölümcül modernite sevdasından vazgeçirmek. Hayatı basitleştirmek ve herkes için anlaşılabilir kılmak. Herkesin gülümseyeceği bir zaman olabilir. O zamana ulaşmak için gülelim. Neyse oku sen.

Yalnız yaşıyorum. Hayatım her günkü işleri belli bir sıraya göre yapmaktan ibaret. Sabahları kalkıp işe gidiyorum. İşyerinde asık suratlı arkadaşlar. Zorla söylenen nezaket cümleleri. Öğle yemeği-Bira ve ekmek. Sonra akşam yine ekmek.

Geçen gün işe gitmek için evden çıktım. Okulun önünden geçerken küçüklükten tanıdığım birini gördüm. Belki tanırsın Sepetçi Kenna’nın oğlu. Vergi toplayıcısı olmak için eğitim görüyormuş. Biz onunla, Nil Nehri’nin kenarında papirüs sapları toplardık. İkimiz de babalarımızın atölyelerinde çalışırdık. Arkadaşım, papirüs saplarını babası soylulara eşya yapabilsin diye toplardı. Bense papirüs işçisi olan babam için. Hatırlıyorum da ben ondan daha iyi toplardım papirüs saplarını. Nil Nehri’nin taşkın sularında, uzun kollarımla ve de en iyi papirüsü seçecek olan kıvrak zekamla durmadan çalışırdım.

Bana vergi memuru olarak çalışacağını söyleyince bir kendime baktım, bir de ona. Çiftçilerin orada özel malikanesi olacakmış, tarlalara yakın olmalıymış. Soylu sayılmasa da soylulardan sonra gelirmiş. Hani babası soylulara hizmet etmiş ya, o yüzden okula soylularla gidip, kral için çalışabiliyormuş. Halbuki ne farkımız vardı Nil’in kenarında? Hem ben daha iyi toplardım.

Ben düşünürken bir de baktım ki çoktan gitmiş bizim vergi memuru. O gün bu gündür düşünüp dururum. Ben daha iyi toplardım, neden daha kötü yaşıyorum, neden daha iyi değilim? Daha iyi olmayı bırak, daha kötü müyüm ki, ben papirüsçü parçası oldum, o ise malikanede yaşıyor? En sonunda kafayı yiyecek gibi olduğumda düşündüm ki, mevcut koşullar seni memnun etmiyorsa değiştirmek gerekir! Sonra papirüsler geldi aklıma.

Yaz gelince papirüslerin yanına gideriz. İki metre boyunda, uzun saplı çıplak bir bitkidir bu. Nehrin kenarında öylece dururlar. Hiç zaman kaybetmeden Keser deviririz! Sonra alır götürürüz medeniyet hamurundan yapmaya. Önce dik dizeriz, sonra enlemesine, al sana kağıt işte. Sonra bu kağıtlara neler yazılır neler. Diyebilirim ki medeniyet bizim yaptığımız papirüs kağıtlar üzerine kurulmuştur. Neyse, aklıma geldi demiştim ya, Nasıl ki papirüsü önce devirir, sonra kökünden keseriz: yanlışlığı da öyle kesmeliyiz. Sonra da yanlışları ders olarak okumalıyız doğruyu bulmak için. Valla bak. Bunun üzerine ben firavunun sarayına doğru yola çıktım. “Ben neden papirüsçü parçasıyım” diye bağırmaya kalmadı zencinin biri göğsümün orta yerinden mızraklayıverdi beni. Öldüm.

Nil her sene taşar, tanrı Hapi sağolsun. Taşıp geri çekildiğinde kutsal Nil, geride kendinden parçalar bırakır. Sonra Papirüsler çıkar ortaya, yeşil, yeşil. Sonra biz gideriz papirüs toplamaya koşa koşa. Uzun, saplı çıplak bir bitkidir bu. Sapını alır önce dik dizeriz, sonra dik çubukların üzerine enlemesine. Babam böyle yapardı, ben de böyle yapıyordum. Benim oğlum da böyle yapacak.

Murat: Tarihte iki devrim başarılı olmuştur. Biri tarım devrimi, biri de endüstri devrimi.

Yücel: Biri yaşatan, biri öldüren devrim.

Murat: Belki de öyle. Endüstri olmasa yaşayamazdık diyenler var ama?

Yücel: Endüstri olmazsa yaşayacağız diyen de var.

Murat: Değil mi, verdiği birazcık kırıntının yanında işçi ve kölelerin yüzyıllarca sömürüsü ve geleceğin-doğanın telafisiz katledilmesi. Şu an çevrede ne görüyorsak endüstriyel bir üretim değil mi?

Yücel: Evet, her yerimizi sarmış.

Murat: İşte her yer işçi sınıfının ve yeterince zalimlik yapmayanların üzerine inşa edilmiş ürünlerle doludur. Düşün ki birçok canlı bir arada oturuyor. Birisi çıkıp diğerlerinin sahibi olmaya çalışıyor. Onun gibi acımasız ve güç kullanabilen biri olmadın mı onun tarafından öldürülürsün. Ya da sen de onun gibi olursun. Bu davranış bir hastalıktır. Emperyalizm olmasa teknoloji, sağlık, hayat böyle gelişmiş olamazmış. Bunu diyenler var. Bunu diyenler diğerleri gibi sapkın olanlardır. Yüz yıl sona ermeden bütün madenler tükenip, on yıl içinde susuzluktan milyonlar ölünce ve sadece birkaç bin yıl içinde dünya sıcaktan kavrulup yaşanamaz hale gelince bu tayfa çoktan toz olmuş olacak.

Yücel: Neyse, tarım devrimi dedin, nasıl oldu bu devrim? Biz de devrimciyiz sonuçta.

Murat: Yaklaşık 12 bin yıl önce, hemen yakınımızda oldu. Bereketli hilal denen Dicle ve Fırat nehirleri etrafındaki topraklar tarihi değiştiren bir olaya ev sahipliği yaptı. “Tarım” burada keşfedildi ve dünyaya yayıldı. Bu öyle bir devrimdi ki, artık yemek için hayvanları kovalamak ve onlardan korkmak zorunda değildik. Artık binlerce yıllık tedirginliğimizi sonlandırıp rahat uyuyabilecektik. Artık göçlerde ve kıtlıkta ölmek sıra dışı olacaktı. Artık hayatta kalma uğraşının üstüne yeni şeyler ekleyebilirdik. Bir yerde yerleşip, kültür oluşturma ve bilgi biriktirme imkanı oluştu.

Yücel: Bununla ilgili bir şey var mı? Bu konu güzelmiş. Ne de olsa devrimciyim.

Murat: Var tabi, adı “Amcamgil” Aramaya gir daha kolay bulursun. Amca yaz. Her konuda söyleyecek şeyim var. Bir konuda ihtisas yapmak yerine her şeyden biraz öğrendim. Filozofum.

Yücel: Yine o komik şeylerden değildir umarım.

Murat: Komik tabi, herkesin bir yoğurt yiyişi var. Benimki de böyle.

Yücel: Buldum, tamam. Ama sonra ciddi bir muhasebe yapmamız gerek. Bunlar derin konular.

Biz şu aşağı köydeki Bırgi aşiretiyiz. Aşiret dediysek, az bir şey. Çok kalabalık değiliz. 50 hane var-yok. Yerleşik yaşama geçen ilk topluluklardanız. Zaten köy, aşiret, hane dedin mi Urfa’da akla gelen ilk isim: Bırgiler. O da benim sayemdedir. Ben şu an ölüyüm ama yaşarken büyük işler yaptım.

Ben daha çocuktum. Bu amcam geldi dedi, hele çocuk sen gel bir şu buğdayları tut. Ben de tuttum. Ne diyecek dedim. Meğerse aklına süper bir fikir gelmiş. Dedi ki bunları yemeyeceğiz. Ben de dedim niye? Dedi ki bunları geri toprağa atacağız. Ben de dedim niye? Dedi ki bunlar tanrılara adaktır. Ben de dedim tamam. Köyden az uzaktaki tanrıların yerine doğru yürümeye başladık. Bana buranın hikayesini anlattı. Büyük Bırgi reisi 1. Keto’ nun tanrılarca buraya gönderilip bu yeri yapması istenmişti. Güneyden gelen göçebe topluluklar bunlar. Sosyal tabakalaşma var. Ama göçerlerde olduğu kadar.

Neyse, bunlar bu kadar kuzeye gelip bir tepede tapınak inşa etmeye başlıyorlar. Gel zaman git zaman burası uğrak bir yer oluyor. Tanrılara adaklar, yakarmalar falan burada yapılıyor. Uzaklardan çok farklı insanlar geliyor. Duyan geliyor. Tabi her yerden havadisler burada toplanıyor. Tapınak sayesinde kültür etkileşimi oluyor. Burada bazı göçerler duyuyor ki: Sadece doğanın verdiğiyle yetinmeyen insanlar var. Yani yemek üretmekten bahsediyor. Tok mideler demek bu. Bundan bahsedince işin aslını astarını öğrenmek için birçok insan o yöreye akın ediyor. Sonra anlaşılıyor ki: bitkilerin yere düşen taneleri yenilerini çıkarıyor. Bir kısım yiyeceği de bunlar atıyor toprağa. Bir kısmı adak yapıp toprak anaya geri veriyorlar. Gömülen yerlerden yiyecek fışkırıyor. Şaşırıyorlar. Bunlardan görenler de bizim neyimiz eksik diye aynısını yapıyor. Bu olay yayılıyor, milletin ağzı torba değil büzesin. Amcam da haberdar oluyor.

Beni alıp tapınağın yakınına götürdü. Yiyecekleri toprağa ektik. Beklemeye başladık. Ben hep baktım ne oluyor diye. Başlarda bir şey olmadı ama tanrılara yeterince dua edip yalvarınca gerçekten de oluyormuş. İnsan isteyince başaramayacağı şey yoktur. Yeter ki istesin. Ben gittim haber verdim, gelin gelin aha oldu dedim. Sonra daha fazlasını ektik. Yeni tatlar denedik. Sonra hayvanlar da böyle olabilir dedik. Onları da evcilleştirdik. Ama daha önce yapılmış bu. İlk biz bulduk sanmıştık. En azından bu bölgenin insanına biz getirdik. Ben olmasam zor olurdu.

Yakınlardaki tapınağa gelenler bizim de uyguladığımız bu olayı gördü. Dört bir yana ulaştı. Herkes yapınca bizim meslek ayağa düştü. Biz de tesadüfen ruhban sınıfını icat ettik. Çok tuttu. Tapınakta yeni fikirler var mı, nasıl zengin olabiliriz diye geziniyorduk. Hep oradaydık. Bazen tapınakta uyuyorduk. İnsanlar da bizi oranın yerlisi sandı. Yani göklerden geldiğimiz rivayeti oluştu. Bizim bir suçumuz yok, dindarlar o kadar inandırıcı konuşuyordu ki biz bile inandık. Adamlar tanrılara diye bir sürü adak bırakıyor. Bizi de besliyorlar. Bir anda tanrıların adamı olup çıktık. Herkes tanrı yerine bize konuşmaya başladı. Bir sürü soru soruyorlar. Onlara cevap uydurmakla geçiyor zaman. Anlamıyorlar da. Baktık hayat yalanlarla geçiyor, dedim amca sen bana bırak. Hep istediğin yurtdışı tatiline çık. Ben halledeceğim.

Amcam ortadan kayboldu. İnsanlar sormaya başladı nerede diye. “Göğe çıktı” dedim. Başlarda yemedi. Olur mu öyle şey dediler. Dedim çıktı ama yazıyor arada. Düşün, daha yazı bulunmamış. Dedim o öyle bir kudret. Sorular yine gelmeye başlayınca bir gün oturdum sistemi kurdum. Bir haftada 3 bin TL. yi nakit olarak hesabıma aktardım. Sonra da göğe yükseldim. Arkamızdan neler konuşmuşlar. Bir sürü hikayeler. Bir kere beni amcamın hizmetkarı demişler. Ben kimsenin ayakçısı değildim. Buğdayı Urfa’ya getiren benim. Gerçekten, insanların ağzı torba değil.

Murat: Ne? güzel değil mi? Ne güzel anlatmışım işte. İnsanlığın bir basamağı da tarımdı. Yırtıcılardan korunmak için evlerimiz oldu. Yemek kovalamadık, yetiştirdik. Göç etmek yerine yerleştik, evcilleştik. Doğadan korkmayı bırakıp onu kontrol ettik. İnsan sürüngenlerden içgüdüsel olarak korkar. Atalarımız börtü böcekle uğraşmaktan uyuyamıyordu. Bugün de geceleri birçok kez uyanırız. Vücudumuzda geçmişin o kadar izi vardır ki. İz değil, vücudumuz tarihtir aslında. Milyarlarca yılda bir araya gelmiş ve kendi küçük oyunlarıyla bizi oluşturmuş atom altı dünyaların eseriyiz. (Kolunu göstererek) Kıllar mesela, bugün hiçbir işe yaramasa da milyonlarca yıl bizi dış etkilerden korudular. Bugün pek azlar ama hala rahatsızlık duyuyoruz. İğneyi icat etmekten beri kıllara mahkum değiliz. Kılsız eşleri tercih edip kıllı olmayı gerilik saydık. Büyük insanlık oyununun küçük bir numarasıydı bu. “Kıllıyı dışla!” o ancak öteki olabilir, biz oyunun ileri aşamasındayız. Bak işte tarlamız, hayvanımız, düzenimiz var. Doğa oyununun içinde insan oyununu yücelttik. Hayvanlığa dair ne varsa attık. Yapaylaştık.

Yücel: Sen kendini aştın. İyi düşünceler bunlar ama dışarıda değeri yok biliyorsun. Herkes kendi bencilliğini onaylatmanın peşinde. Dünyanın çivisi çıkmış. Takabilecek misin?

Murat: Çivisiz sisteme geçeriz.

Yücel: Bilmiyorum. Çiviye o kadar alışmışız ki, girmese yaşayamıyoruz. İnsanlık kanser gibi hem kendini hem de dünyayı yok edecek.

Murat: Belki de olması gereken budur.

Yücel: Nasıl yani?

Murat: Belki de yok olmak gerekiyordur. Ölüm neden var? Yaşayabilmek için. Yani yeni koşullara daha iyi uyum sağlayanlar gençlere yer açıyoruz. Belki de bir grup insanın hem kendi ailesini hem de insanlığın, ailesi doğayı öldürmesi bu hastalığın tek çaresidir.

Yücel: Peki ama neden yaşamak istiyoruz o zaman?

Murat: Belki biz de kötüyüz. Baksana düzene küfürler savuruyoruz ama düzenin apartmanında kalıyoruz. Onun masasında, koltuğunda oturuyoruz. Onun sıcaklığı ile ısınıyoruz.

Yücel: Yani biz kötüye kötü müyüz? Yoksa iyiye kötü mü? Yoksa kötüye iyi mi?

Murat: Çok soru soruyorsun filozof kardeş. Sor ama şeyini çıkarma.

Yücel: Felsefe soru sormaktır. Felsefe sorgulamaktır. (cıvıtarak) Ya sor ya terk et. Sen felsefeyi ne sandın? Gel yiyorsa gel. Haydi gel. (çok cıvıtarak) Bizim buradan geçme, çok pis dövdürürüm. Neyse, ölüm diyorduk. (En cıvıtarak) Belki de insanlığın yok oluşu mecburi bir harekettir.

Murat: Yok oluş kaçınılmaz zaten. Var olmak için gerekli. Belki söylenmesi gereken, bizim ölüme yabancılaştığımız. Neden dünyaya geldiğimizi bilmiyoruz. Bize söylendiği gibi yaşıyoruz. İstemediğimiz anda da ölüyoruz. Sonra da ölenin arkasından ağlanıyor. Aslında ağlayan kendine ağlıyor. “O gitti” diye. Bizim hala işimiz bitmedi. Yoksa ölene üzülecek bir durum yok, sevinecek bir durum belki var.

Yücel: Öyle de denemez. Yaşamak istiyoruz. Öyle ya da böyle bir gerçekliğimiz var ve bundan hoşlanıyoruz. Belki bu senin dediklerin yanılgıdır. Yaşamak istiyorsun değil mi? Kendini öldürmüyorsun.

Murat: Evet, yaşamak istiyorum. En azından beni bu düşüncelere getiren şüphem ölümden de şüphe etmemi gerektiriyor. (düşünür) Zaten en acınası durumdaki insan bile ölümü seçmeden yaşama savaşı veriyorsa, ölümden kaçıyorsa ya hayat eğlenceli bir şeydir ya da hayatlar bizim değil.

Yücel: Kendini kandırma. Çıkışı bulamayınca ölümü düşünüyorsun. Ölümü de aslında yaşam için istiyorsun. Bu hayattaki eylemlerin ve etkilerin bir sonucu olarak çıkış yolu belliyorsun.

Murat: Bilmiyorum, hayat boş. (duraklayarak) Ne kadar saçma.

Yücel: Yine bir kaçış. Korkak mısın oğlum sen? Kaçma savaş. Neden ölümü düşündün?

Murat: Bilmiyorum. Boş ver, salla. Yemek yapalım mı?

Yücel: (hoşnut değildir) Makarna?

Murat: Her zamanki gibi. Ama bol salçalı olsun.

Yücel: Kanki çorba da yapalım mı? Değişiklik olur.

Murat: Yap da içelim.

Saatler ilerliyordu. Saat çok olmuştu. Mutfağa geçtiler. Mutfağı anlatmak bir işkencedir. Mutfağı boş verin. Pislik, pislik. Böyle pislik yok. İndirimden yaklaşık 50 paket alıp istifledikleri makarnalardan bir tanesini seçtiler. Hazır çorbayı da tencereye döktüler. Sonra makarnanın suyunu koydular. Başlangıçta her şey suydu. dmy.info/hayatin-anlami

Sıradan bir günde, sıradan bir beyinde nöron demetleri her zamanki gibi ateşlenip gidiyorlardı. Birden, sonradan kader dedikleri bir şey oldu. Bir grup çatladı patladı: çorbayı getirdiler akla. Önce çorbanın görüntüsü oluştu. Akla gelmişti. Sonra epey zaman geçti. Bu arada nöronlar danslarına devam ettiler.

Çorba öyle kolay iş değildir. Kanunları vardır uymak gereken. Yoksa çorba olmaz. Öncelikle uygun bir ortam ve malzemeler gerekir. Malzemelerin özenle hazırlanması, çorba adını alana kadar iyi gözetilmesi lazımdır. Çorba öyle kolay iş değildir. Çorba olmadan evvel uzun bir hazırlık süreci geçirir. Çorbalık aşaması işin nişanesidir. Çok da kısa sürer çorbalık. Zihindeki hali daha çok yaşar. Neyse, açız şimdi. Hedef çorbadır. Aslında çorbanın yok olmasıdır. İşte öyle hayat gibi.

Tencere ocağa koyulur. Dışarıda soğan, sarımsak ve havuçlar yani isteğe göre aromatik sebzeler hazırlanır. Küçük küçük doğranmasına dikkat edilir. Sağlıklı bir yağ seçilir. Zeytin yağı veya tereyağı uygundur. Soğan, sarımsak ve havuçlar pembeleşinceye kadar sote edilir. Sonrasında un falan katılıyor da o kısmı anlamadım. Unsuz devam edilebilir. Çorba sonuçta. Arada tadına bakılarak ayarlamalar yapılır. Tabi hazır çorba yapacaksanız başka. O zaman suyun içine çorbayı döküp kaynayıncaya kadar karıştırın.

Hazır yapmıyorsanız istediğimiz malzemeleri seçmemiz mümkündür ama isteğimize bağlı olmayan şeyler vardır. Domates çorbası patlıcanla yapılmaz. Böyle bir şeydir ki: çorba isteyen çorbalık tarife uyar. Bu tarifler de çevre tarafından oluşturulmuştur. Ama koskoca çorba tanımını ve malzeme kavramını değiştirmek bizim haddimize değildir. Mümkündür ama neye yarayacak? En iyisi sadece iyi bir çorba yapmak veya çorbaların daha iyi yapılmasını sağlayabilmek. Ya da çorbayı es geçip ana yemeğin önemini aktarmak. Ya da devam etmek.

İsteğe göre diğer sebzeler haşlanıp çorba tenceresine katılır. Suyu konur ve kaynayana kadar karıştırılır. Karıştırırken tüm evren akla gelir. İçindeki küçük taneler, sıvı ve biz, bir şeyler hatırlatır. Biz tanrının çorbası mıyız dersiniz. Ama sonra su kaynar. Akla içinde olmak istememek gelir. Kaynayınca istediğiniz baharatlar ve tuz eklenir. Hazır çorba yapıyorsanız kaynayınca öylece pişirmeye bırakılır. Biraz dakika pişirilir. Bu sırada çorbada birçok hareket meydana gelir. Bu, çok gariptir. Kendi kendine hareket eden çorbayı izlemek biraz vakit geçirtebilir. Çorba kendi kendine anlamsız hareketlerde bulunur. Kenarlara doğru içeriden fokurdar. İzlerseniz fokurdamanın aslında bir yok oluş, ama bir var ediş de olduğunu görürsünüz. Fokurtuların nasıl da kendini yok etmeye çabaladığını görürsünüz. Anlam veremezsiniz. Arada tadına bakarak ayarlamalar yaparsınız. Çorbanın kendisi de bazı kararlar verir. Ama sizin hiç umurunuzda değildir. Sadece çorbayı ilgilendirir ve farkına bile varmazsınız. Çorba sizin için bittiğinde ateşi kapatırsınız. Fokurdamalar, hareketler dinmiştir. Çorba sessizliğe ve soğumaya başlar. Servis edilir. Yenir. Afiyet olsun.

Makarnayı da salçayla kavurup dolaptaki az yoğurtla salona götürürler. Masaya sıcak tencereyi koyarlar. Kimse bulaşıkları yıkamaya razı olmadığından tabak olmadığını fark ederler. Kaşıkları alıp makarnaya tenceredeyken girişirler. Bu sırada çorba akıllarına gelir. Makarnanın yanına çorba gelir. Çorba tası da olmadığından odalardaki üç gündür su-meşrubat ve saire içilen bardaklar imdada yetişir. Bardaklar daldırılır çorba bardağın içine dolar. Bundan garip bir zevk alınır. Bazen makarnayla bazen çorba solo olarak yenip tüketilir.

(Fon şiiri olarak) Seni hep böyle sevecek miyim ey makarna? Hani pişince hemen yersen pek tatlı yakar ya, Hani üstüne koyacak milyonca sos var ya, Yerim aramam sos olmasa da makarnaya. Bolonez, milanez, napoliten, graten, çemen. Yoğurtlu, domatesli, kıymalı, vejeteryan

Öğrencilerden bahsedip makarnadan bahsetmemek olmaz. Makarnaya bir saygı duruşu sergilemek gerekir. Öyledir ki, öğrenci milletinin bir bayrağı olsa makarna kesin içinde olurdu. Makarna yemeyene öğrenci denmez. Makarnasız evde öğrenci öğrenmez. Gerçi bu aralar işlenmiş gıda diye zararlı diyorlar ama bunlar hep İsrail’in oyunu. Arkasında Amerika var. Öğrencinin yüz şiiri varmış yüzü de makarna üzerine. Yalan bu. Mecburiyetten yiyor yavrucaklar. Garibanlık işte. Ne yapsınlar? Yesinler. Bitince de tencereyi salça içinde birkaç makarna tanesiyle kurumaya bırakmasınlar. Öğrencilerden birisi bunca boş uğraşlar içinde odanın ışığını açmayı akıl etti. Aslında, bu akşamüzeri- öğle sonrası zamanda aydınlanmak pek fark etmezdi. Tavandaki devasa tasarruflu lamba yakıldı. Sonra gereksiz diye kapatıldı. Odanın deniz yeşili duvarları maviye benzedi ve tekrar yeşile döndü. Ama tam yeşil değil, deniz gibi.

Murat: (Tencereleri mutfağa bırakıp salona döner) Bir de seninkileri görelim bakalım. Eskiden fantastik yazıyordun, hala devam mı?

Yücel: Devam, bir sevdadır fantastik. Ama senin seveceğin öykülerim var. Tarihle ilgili. Bundan önce şu gelecekte yazarlıkla ilgili olan öykünü oku.

Murat: He, o yarışmaya 38 kişi katıldı, 10 kişi ödül aldı, bizimkiler bir şey alamadı. Neden biliyor musun? Kötü düzende ancak kötü başarılı olur.

Yücel: Hadi oku, oku, felsefeye başlama yine.

Murat: Yakın gelecekte bir site devletinde geçiyor.

 

Eskileri anlatıyorum. Hiçbir şeyin olmadığı çölde dünyanın en büyük kentlerini yapan insanlardan, uçsuz bucaksız devletlerde tek kişinin altında öylece yaşayan insanlardan. İnanılmaz gelen şeylerden bahsediyorum. İnsanlar seviyor.

Eski insanların hikayelerini herkes seviyor. Ben de seviyorum. Bir kere bir öykümü yazıya geçirmiştik. Ne güzel günlerdi. Eskiden kağıt bulmak daha kolaydı. Şimdi epey zor. Hastalıklar, mutasyonlar derken çok zor durumda kaldık. Geçim kavgasıyla uğraşırken artık yazarlara gereken önem verilmiyor. Halbuki çok sevdikleri tarihi biz söyleriz onlara. Geçmişten ders almayan geleceği oluşturamaz. Geçmiş insanlara gösterilmezse geleceği bilemezler. Bir anlamda geleceği gören kişileriz. Bu yüzden arada fal da bakıyorum. Geçimime katkı sağlıyor.

Bulunduğumuz yer bir dağın yamacındaki site devletidir. Radyoaktif serpintilerin ulaşmadığı ender yerlerden Küçük Ağaç bölgesindeyiz. Meyve, sebze yetiştirip tarlalarımızı sürüyoruz. Çok hasta oluyoruz. Çocuklarımız daha baba diyemeden ölüyorlar. Doğum oranı da pek düşük. Sürekli çoğalmaya çalışıyoruz ama nafile, herkes dört koldan çabalasa da tanrı çoğalmamızı istemiyor. Bizi bugünlere düşüren atalarımız sürekli çoğalırmış. Ufka kadar insanlarla dolu şehirler varmış. Çoğu kişi bunlara inanıyor ama ben bunların efsane olduğunu biliyorum. O kadar insanı bir araya toplarsan hava alamazsın bir kere. Herkes havayı çekince hava kalmaz. Daha bir sürü şey var. Biri hasta oldu mu herkes ölür. Bizim sitede hasta olanı şehirden uzak tutarız. Aslında hepimiz hastayız. Bir şekilde bir sorunumuz oluyor. Zaten sanki doğa bizi temizlemeye çalışıyor. Ya da biz kendimizi temizlemişiz. Dediklerine göre bu hastalıkları, yok oluşu, savaşları atalarımız icat etmiş. “Uygarlık Efsanesi” öyle diyor.

Büyük Kitap diyor ki: insanoğlu yaptıklarının cezasını çekmiş. Uygar ve özgür olmak gibi şeyler üretip birbirini öldürmüş. Size iyilik getirdik deyip insanları öldürenler varmış Bütün dünya savaşırmış. Her yer savaşmış. Biz de savaşıyoruz ama az. Ele geçirecek bir şey kalmadı. Ele geçirsen ne olacak oraya yerleşecek insan yok. Sadece sitesi olmayan göçebeler toplanıp ekinlerimizi yağmalıyorlar. Bir de adam öldürünce ömür kazandığını sanan vahşiler var. Ne kadar boş bir düşünce değil mi?

Reisimiz Kara Murat çok süper adam. Ona babasından geçti reislik. Ama öz oğlu değil. Dışarıda bulmuş bunu. Zaten içimizde en sağlamımız Kara Murat’tır. On iki dişi var, arkalara doğru saçı bile var. Çocuğu olmuyor tabi. Bizde çocuğu olanlar için damızlık bölümü var. Onlar yapıyor tüm işi.

Eskiden, çok eskiden, tarih öncesinde, herkesin çocuğu varmış. İnsanlar büyük evlerde yaşarmış. Her evde yemek yapma yeri, uyuma yeri oyun yeri bile varmış. Öyle diyorlardı büyükler. Düşünsene bir, devlet büyüklüğünde bir yer sadece senin. Aslında inanılır şey, dünya çok büyük. Hepimize yeter. Gel de bunları Siyah Gezenler’ e anlat. Onlar sadece öldürüp yemek için var. Atalarımız keşke daha dikkatli olsalardı. Yok oluyoruz. Bir de birbirimizi yok ediyoruz. Ama eski zamanlar kadar değil. O zaman daha çok yok edermişiz bizi.

Eskiden yazarlık çok başkaymış. Yazacak bir sürü kağıt varmış. Hatta kağıtların kenarları dolmadan bile bırakılırmış. Bir insan bir kağıdı dolmadan nasıl bırakır hiç anlamıyorum. Hayır bolluk olsa bile yapılmaz. Neden yapılsın ki, ne gerek var? Hastalık yani. Bazen eskilerin müsrifliğini görünce onlar da hastaymış diyor teselli buluyorum. Neyse ki yazarım da bunları biliyorum. Halka çarşıda pazarda tekerlemeler şiirler okuyorum. İnsanları hayal alemimin derinliklerine götürüp kılavuzluk ediyorum. Yazar dediklerine bakmayın, yazabilirim aslında, ama yazmaya ne araç- gereç var, ne bende mecal var, ne de kimse okumaya yeltenir. Hayat okuma öğrenemeyecek kadar kısa, ve insanlık bir şey yazılamayacak kadar hasta.

Neyse, gece nöbetine geçmem lazım. Nöbette eskileri düşünürüm. Çamurla çalışan büyülü tekerler varmış. Herkesin istediği rüyayı gösteren taşları varmış. Belki bunları düşünürüm. Sonra, buralarda kimsenin bilmediği şeyleri düşünürüm. Öbür dünyayı hayal ederim. Hastalıkların olmadığı, hurilerimin et pişirdiği dünyayı. Belki ben öbür tarafta reis olurum. Reislik güzel şey. En azından manzaralı ev var, yüksekte bulunmak iyi şey. Ama reislik de sorumluluk getirir. Ben yazarlıktan memnunum. Risk yönetimi falan uğraşamam. Boş ver. Takılıp gidiyoruz.

Yücel: Gelecek anlayışın çok karamsar. İnsanlar ölüyor, bu mudur yani?

Murat: Gelecek karanlık olunca mecburen karanlığa değiniyorum. Benim yaptığım bir şey yok. Dünyanın en “ileri” uygarlıkları küçük güçsüz halklara demokrasi götürüp demokratik katliamlar sağlıyorken, gelecek hiç parlak görünmüyor. Belki bir şeyleri değiştirirsek aydınlık getirebiliriz. Mesela iki gram yemeğe iki kilo çöp çıkarmamakla, yanı başımızda bereketli topraklar dururken Pasifikte yetişen mahsulleri yememekle başlayabiliriz.

Yücel: Ama umarım farkındasındır, insan son anda uyanabilir. Mesela biz, sınava neden önceden çalışmıyoruz? Çalışabiliriz. Ama son geceye bırakıyoruz. Son an da olsa bunu yapıyoruz. Umudu kesmemek lazım.

Murat: Ben hayattan bahsediyorum. Hayati meselelerini son ana bırakmıyorsun. Kaza yapınca dur bakalım belki ölmem diye tedavi olmadığın oluyor mu? Herkes dört bir ağızdan söylüyor işte. Tarihimiz ne ki geleceğimiz ne olsun? İnsanlara barış ve kardeşlik getirmeye çalışan dinleri kullanıp savaşıyoruz. Milyonlar sadece susuzluktan ölürken, ceylan derisi koltuklarda eşitlik ve kardeşlik konuşuyoruz. Doğayı yok ediyoruz. Sence insanın fazladan bir şeyi olabilir mi? Doğa verdiği her şeye karşılık bir şey alır. Döngü var. Her şey bu döngünün parçası ve bir alışveriş var. Eşitlik olmaması insanın uydurmasıdır. Dengesizliği icat ettik. Eşitliği o kadar bozduk ki insanı acı bir gelecek bekliyor.

Yücel: Biz bunun için varız. Biz bunların neden farkındayız? Neden diğerleri gibi değiliz? Elbette ki bir şeyler yapmak gereğinden. İnsanlık bizi çağırıyor. Değişim elimizde.

Murat: Ben bilmem arkadaş, biz değiştirene kadar gelecek bu. Seninkini de göreceğiz. Kesin bilim kurgu yazmışsındır. Senin gibi fantastikçiden bu beklenir. Uçan arabanla Sokrates Cafe’ye mi gidiyorsun?

Yücel: Çok komik. Ben de kendimce geleceği yazdım. Seninkiler kadar komik değil ama bir o kadar tarihi yazılar. Hemen peşinden değil de sonradan okumak isterim. Şimdi yarışmaya değil, kendime kendimi anlatmak amacıyla yazdıklarıma bakalım.

Murat: Sende de felsefenin icadı mı var yoksa?

Yücel: (Nezaketen gülerek) Yok, ama felsefenin nasıl çıktığını herkes hayal edebilir. Etki tepkiyi doğurur. Felsefe insan kötüye kaçınca ortaya çıktı. İlk anda tepki verdi. Aslında her yerde vardı ama kötülüğü sistemli yapan batıda etkili oldu. Filozoflar insanın yanlışını görüp genele-insanlığa bunu anlatmaya çalışırlar. Kötü olan ne varsa felsefe buna karşıdır ya da felsefe olan ne varsa kötü ona karşıdır.

Murat: Kötü nedir?

Yücel: Kötü, kötü bellemektir. Yani bencilliktir. Bütünü unutmaktır. Felsefe binlerce yıldır mücadele ediyor. Kötü iktidarlara, gücü elinde bulunduran bencil insanlara karşı gücünü de kalabalıklardan alıyor. Koca bir insanlık, içindeki bu kötülüğün farkındadır. Hayatı felsefe yapacak kadar ciddileştirenlere karşı hiçbir şey yapmadan öylece duruyor. Çünkü herkes iyi bilir ki hatalı olan kendi kaybeder. Kötü, önce kendine kötüdür. Başkalarının mutsuzluğuna çalışırken belki son demlerinde fark edeceğiz, hayat geçici bir görüntüden ibarettir. Bu görüntüde başkasını kötü gösterirken mi poz vereceğiz, yoksa diğerleriyle uyum sağlayıp güzelliği mi yakalayacağız?

Murat: Vaay, filozof. Neyse nerede bu öyküler?

Yücel: Öyküler internette. E posta adresimde. info@dmy.info gir. Şifresi de a*n*h**

Hayatın Anlamı Hayatın Ben Tarafı adlı e kitabın 2. bölümüdür. 3. bölüm için: http://www.dmy.info/hayatin-anlami/ dmy.info/hayatin-anlami

Leave a Reply