wittgenstein'ın böceği

Wittgenstein’ın Böceği

wittgenstein'ın böceği

Wittgenstein’ın Böceği Ludwig Wittgenstein’ın özel dil tartışmasında öne sürdüğü düşünce deneyidir.

İçinde “böcek” olan kutulara sahip insanlar düşünelim. Kimse kimsenin kutusuna bakamıyor ve böceğin ne olduğunu yalnızca kendi böceğine bakarak söyleyebiliyor. Kutunun içinde ne olduğu sorulduğunda herkes kendi kutusundaki “böcek” adını verdiği şeyi tarif edecektir. Kendi kutusundan başkasına bakamayan insanlar için “böcek” sözcüğü kutunun içindekinden başka bir anlama sahip olamaz.

Kutu zihindir. Başkasının zihninde olanı bildiğimizi sanırız, ancak bu sadece bir varsayımdır. Acı, sevgi, bilinç gibi hisleri anladığımızı sanırız, ancak kimseyi anlayamayız. Sadece kendi zihnimizi bilebiliriz ve bu tecrübeyi anlatabiliriz. “Özel dil tartışması” olarak da bilinen bu düşünce deneyi tecrübelerimizi aktardığımız kelimelerin başka insanlarca kullanıldığı anlamda kullanılmak zorunda olmasına vurgu yapar. Bununla birlikte kendi tecrübelerimizi anlatmak da imkansızlaşır, çünkü aracımız olan dil kendimizden ziyade başkalarının anlayışına dönüştürücü bir ortaklıktır.

Başkasının tecrübesini anlamak da imkansızdır, çünkü anlatıldığı dil ve çağrıştırdığı anlamlar ortaktır. Asıl tecrübeden değil ortak dildeki çağrışımlardan bahsetmek zorunda kalırız. Yani dilden bağımsız bir anlatım yoktur, anlatılamayan tecrübe de öznel kalmaya mahkumdur. İç tecrübeler ve gerçekler anlatılamaz, anlatılan gerçekler ve tecrübeler de aslı gibi olamaz.

Wittgenstein dil oyunu adını verdiği benzer durumlarda bir oyun gibi varsayımlardan gerçeklik türettiğimizi, bunun dilin yapısı olduğunu ve dilin de ifade edilen her şey, yani hayat olduğunu düşündürür. Wittgenstein’ın ne demek istediğini tam olarak söylediğimizi iddia edemeyiz. Onun felsefesi bunun imkansızlığını anlatırken burada onu kesin şekilde anlatabildiğimizi söyleyemeyiz.

Bu düşünce deneyinin iki yönlü bir çarpıcılığı vardır. Birincisi anlam bulmak mümkün müdür? sorusuna mümkün olmadığı yönünde bir sorgulama getirmesi; ikincisi de Kant’ın “kendinde şey” kavramında olduğu gibi tecrübenin öznelliğine işaret ederek gerçeğin her zaman göreli ve öznel olmasına vurgu yapmasıdır.

Çektiğimiz acıyı anlatamayız, acıyı ortak dildeki kelimelerle tarif ederiz. Acı ne dildeki gibidir ne de anlatılan kişi onu anlayabilir. Sadece dil oyunları vardır, anlaştığımızı var sayarız. Acıyı anlamasak da anlamış gibi yaparız. Ona dair bir gösterge vardır ve bu “gerçeği” değil oyundaki bir hamleyi gösterir. Bir işlevi vardır, ancak uydurulmuş varsayımlardan öteye gidemez, gerçeği tarif edemez ki anlamak gibi çerçevenin dışından bakmayı gerektiren yeni bir iş için kullanılamaz.

Yani bırakın yeni bir anlam bulmayı, olanı anlatmak bile mümkün değil. Yeni bir anlam keşfetmeye çalışmak mevcut anlamları bile anlayamadığımız dilde imkansızdır.

Leave a Reply