İslamın Siyasallaşması
Kemal Karpat‘ın İslam’ın Siyasallaşması adlı eserini özetledik. Eser Osmanlı’da son dönem düşünce hayatını şekillendiren İslamcılık görüşünü ele almaktadır. Yalnızca İslamcılığı değil bu dönemde İslamcı çerçevede gelişen olayları ve düşünceleri anlatmaktadır. Son dönem toplumunu ve düşünce hayatını anlamak için önemli tespitler içermektedir. Biz bu çalışmanın özetini batılı filozofları İslamcı çerçevede sunan Namık Kemal‘i ve diğer Osmanlı felsefecilerini anlamak için sunmaktayız. 800 sayfa boyutundaki hacimli eseri okumayı kolaylaştırmak ve okunmasını teşvik etmek için çok kısa biçimde ifade etmeye çalıştık. İçinde yaşadığımız toplumun ve düşüncelerin anlaşılması için böyle çözümlemelerin artması dileğindeyiz.
İncelenen baskı: 5. baskı, Timaş Yayınları, İstanbul, Çev. Şiar Yalçın. Sayfa sayısı: x+777 sayfa. ISBN: 978-605-08-1129-2
Giriş
Karpat önsözde belirttiği gibi Türklerin nasıl modernleştiğini anlamak istiyor. Bunun için devlet ile toplum arasındaki bağları irdeleyerek batıdaki benzerleri ile Osmanlı kimliğini kıyaslıyor. Osmanlı’nın bir imparatorluk değil, devlet olduğunu ve Türk milletinin imparatorluktan farklı bir yol takip ettiğini dile getiriyor.[1] Eserinde Osmanlı Devleti’nin ve toplumunun kültürel ve siyasi değişimi ile Türkiye halini almasına vurgu yaptığını belirtiyor. Toplumun değişiminde dinin işlevini ve devletin her zaman hâkim bir konumda din ile ayrışıp işbirliği yapmasını nazara alıyor.
Karpat Türkçe baskıya yazdığı önsözü geniş tutuyor. Burada kitabın genel bir görünümünü veriyor. İslam geleneklerinden başlayarak Osmanlı toplumunu çözümlüyor. Özellikle modernleşme döneminin olaylarını Genç Osmanlılar’dan cumhuriyet dönemine dek siyasi, toplumsal ve ekonomik koşulları göz önünde bulundurarak anlatıyor. Sonuçta Türkiye’den gelen eleştirileri eleştirerek ilginç bir sonuca varıyor. Önsözü bitirirken Türkiye’de kültürünü araştıran kimselerin sayısının artmasını bir teselli olarak dile getiriyor.
Giriş bölümü kapitalizmin Osmanlı’ya sirayet etmesiyle yaşanan toplumsal değişmelerin bir tahlili görünümündedir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı dünyanın batı güdümlü ekonomik anlayışa adapte olduğu ve İslam ülkelerinin yenik düştüğü dönemdir. Bağımsız tek büyük İslam devleti olan Osmanlı özellikle II. Abdülhamid döneminde İslam ülkelerinden gelen bir talebi yanıtlamıştır. Müslüman dünyanın bir merkeze ihtiyacı vardı. Abdülhamid Müslümanların dini lideri olarak ortaya çıkmıştır. Abdülhamid’in batıya hayran biri olarak İslam’a yapıcı reformlar getirmesi de ilginç bir noktadır.[2]
Hilafet tepeden inme reformların meşruiyetine katkı sağlamışsa da sultan- halife yani “din ü devlet” kaynaşması muhafazakâr bir kesimi meydana getirmiştir. [3] Abdülhamid İslami otoriteyi teşkil ederken seçkinleri veya kitleleri İslami çizgide tutmaya özen gösteriyordu. Abdülhamid ve dine dayanarak toplumu uyandırmak isteyenler devleti canlandırmanın peşindeyken İslam’ı bir ideolojiye dönüştürdüler.[4] Abdülhamid Müslümanların İslami kimliğini oluşturmak için hilafete ve dine görülmemiş bir ideolojik güç kazandırdı. Müslümanları birleştirmekle kalmayıp tüm faaliyet alanlarındaki muazzam değişiklikleri de böylece meşrulaştırdı.[5]
1856’dan sonra Hristiyan- Müslüman medeniyetler çatışması mukabili olarak otoriteyi gayri şahsi bir temele oturtmak ve kurumlara kaydırmak için Osmanlıcılık ortaya çıktı. Hristiyanların kendilerini geri bıraktığı düşüncesiyle Müslüman Osmanlı’dan hoşnut olmamaları devleti Müslüman ve nihai olarak da Türk sıfatıyla bırakacaktı. Lakin henüz Abdülhamid döneminde Müslümanlar arası birliği teşkil etmek için İslamcılık ideolojisi benimsendi. Osmanlı olmasa da ümmet etrafında birleşilebileceği düşünüldü.[6] Bakınız: dmy.info/neden-geri-kaldik?
Karpat giriş bölümünün sonunda İslam birliği kavramının oluşmasını açıklıyor. Pan İslamizm adıyla anılan ittihad-ı İslam ediplerden ve devletten destek gördüğü için serpiliyor. Yazar Osmanlı’nın son elli yılda yaşadıklarına ışık tutmak için İslamcılığı ele aldığından bahsediyor. Avrupa merkezli modellerden ayrılarak yerli boyutları eklediğini de belirtiyor.[7]
1- İslamcılığın Popüler Kökenleri
Müslüman ülkelerin Avrupalılar tarafından işgali sonrasında kurtuluş için halk arasında İslam törelerine uyumlu bir yenilenme isteği oluştu. Bu dinsel uyanış, halkı siyasallaştırdı. Artık yenilik üst ve orta sınıfın istediği bir şey olmaktan çıkıp toplumsal bir öneme sahip oldu. Dinsel uyanış hareketleri güdülenme yönünden devlete değil, cemaate bağlı idi. Müslümanlar kabile, etnisite ve dil bağına dayandı, ancak yine de evrensel ümmet fikrine zarar getirilmedi.[8] Müslümanlar arasındaki ayrımın bir örneği Vahabiler’di. Vahabiler toplumun daha iyi bir siyasi düzene geçmesine karşıydılar. Din gereklerine saf bir bağlılık talep etseler de yeni bakış açılarına ve tasavvufa dahi düşmanlıkla bakıyorlardı. Osmanlı’nın yeniliklerini de bahane ederek, ki aslında kendi nüfuz alanlarını genişletmek amacındaydılar, Hicaz’ı karışıklığa sürüklediler.[9]
Hindistan’ın uyanış hareketi Seyyid Ahmed Barelvi öncülüğünde halkın katıldığı bir yenileşme hareketidir. Geniş destek kazanan bu hareket sömürgeci İngilizleri korkutmuş ve pan- İslamist tepkiler geleceği beklentisiyle Osmanlı ile Türkiye’ye saldırmaktan çekinir hale getirmiştir.[10] Barelvi’den sonra da fikirleri yayıldı ve Osmanlı hilafeti Hindistan’da destek görmeye devam etti.[11] Başka bir popülist hareket olarak Nakşibendilik şeyhin etrafında kayıtsız şartsız izleyicilerinin olduğu bir mücadele unsuru olarak ortaya çıktı. Kafkasya’da Hristiyan ilerleyişine karşı direnişte başarılı oldularsa da nihayetinde yabancı hâkimiyetinde milli kimliğini koruyabilen topluluklar haline geldiler.[12]
Libya’daki Senusiyye hareketi başta İspanyol, daha sonra da Fransız işgallerine karşı zorunlu bir işbirliğinin sonucuydu. Her ne kadar liderleri Osmanlı yenileşmesini beğenmese de Cezayir ve Tunus işgalleri işbirliğini faal hale getirdi ve Senusilerce güdülenen halk Osmanlı’nın müttefiki haline geldi.[13] On dokuzuncu yüzyıl uyanışçı düşüncesinin özü İslam dinini muhafaza ederek müreffeh hayat sürmek talebidir. Abdülhamid bu yenileşmeyi sağlamak için yerel özerklikler ve milli hüviyetlerin teşvikine zemin hazırladı. Politikalar evrensel bir İslamcılığa bağlılık bilinciyle oluşturulmaktaydı.[14]
2- Çevresel İslam ve Hilafet Merkezi
On dokuzuncu yüzyıla kadar Müslümanlar İslami birlik fikrini oluşturamadı. Haçlı Seferleri bile Müslümanları tek vücut haline getiremedi. Mysore sultanı Tipu gibi zora düşünce irtibata giren hükümdarlar yaşadı. Tipu ve Abdülhamid arasındaki yazışmalar ikisinin de kendi konumunu güçlendirmeye çalıştığı ve fiili bir dayanışmada geciktikleri fikrini oluşturmaktadır.[15] Bu sırada Açe Müslümanlarının Portekiz ve Hollanda ile mücadelesi uluslararası bir İslam bütünlüğü olasılığını doğurmuştur. Ne var ki Osmanlı Devleti uluslararası hukuku ihlal edecek bir hareketten kaçınmış ve birkaç gemi dışında dayanışma oluşamamıştı.[16]
Yakub Bey Doğu Türkistan’ın Yarkend tarafında bir devlet kurarak Osmanlı ile irtibata geçmişti. Kendisi Kaşgar dolaylarında ve Asya Müslümanlığında modernist bir uyanışın habercisidir. İstanbul’a bağlılık sözleri ve hilafeti sevip sayması Osmanlı’nın İslamcılık politikasının uzantısı olarak görülebilir. Müslüman direnişlerinin halife olarak Osmanlı’dan destek istediği görülmektedir.[17] Direnişçiler ve yeni kurulan iktidarlar Osmanlı halifesinden yardım isterken, Arap Yarımadası tam tersini yaptı ve İngiliz desteğiyle Osmanlı’ya isyan ettiler. Suudi şeyleri bazen Osmanlı’ya bazen kabilelere bazen de yabancı güçlere sırtını dayayarak iktidarlarını devam ettirdiler. Necd olarak bilinen Arabistan’ın merkezi bölgeleri ayaklanma halindeydi. Osmanlı çeşitli imtiyazlar ve sözler vererek şeyhleri kendi safına çekmeye çalıştı.[18]
Osmanlı başlangıçta denizaşırı Müslüman liderlerine ihtiyaç duymasa da, emperyalizmin işgal tehdidi hilafet merkezli bir Müslüman uyanışını tetikledi. Hilafet diğer Müslüman devletlerce Avrupalılardan bir kurtuluş olarak görülse de Araplar gibi ayrılıkçılar Avrupa desteğiyle Osmanlı hâkimiyetini yıkmaya çabalamaktaydı. İslamcılık şu aşamada milliyetçilik olarak savunulmaktaydı.[19]
3- Rusya- İslam ve Modernizm
Pan- İslamcılık ve Türkçülük Rusya Müslümanlarının milliyetçiliği inşasında önemli rol oynadı. Kazan, Azeri ve Kırım Türkleri modernist Müslümanlar olarak çoğu zaman Rus halktan bile daha yenilikçi tutum içindeydiler.[20] Ruslar Kırım ve Kazan’a yayıldıkça tepki alsalar da sonu gelmeyen iç çatışmalar Orta Asya Türklüğünün Rus boyunduruğuna girmesine zemin sağladı. Osmanlı himaye belirtse de kayda değer yardım sağlamadı. Kırım Savaşı teknolojik ve kültürel açılardan Osmanlı’yı batının öznesi haline getirdi. Rusya Müslümanları için değişen bir şey yoktu. Ruslar Orta Asya’da daha atak bir politika izleyerek Osmanlı’yı müttefiklerinden ayrı olarak tehdit etmeyi sürdürdü.[21]
Karpat Rusya ve çevresini anlatırken Orta Asya Türkleri ile ilişkileri açıklamaya girişiyor. Bir kültür bağı ile birlikte siyasi çıkarların da örtüştüğü görülüyor. İran ve Rusya gibi ortak düşmanlara karşı Orta Asya Türkleri ile iletişime geçilmiştir. Küçük Türk devletlerinin hükümdarları Osmanlı’dan icazet almak temayülü edinmişlerdir. Daha önce de söylediğimiz gibi Orta Asya Türklüğü kendi arasındaki rekabet sonucunda Rusların işgaline açık kalmıştır. [22]
Orta Asya işgalleri Osmanlı’da halk çapında ve basında büyük tepkiler alsa da protesto dışında bir imkân oluşmamıştır. İngilizler Rusların Hindistan’a yürümesini engellemek için Orta Asya Türklüğüne yönelik bir İslam planı hazırlamıştır. Bunun için Osmanlı hilafeti kullanılmaya çalışılmış ve akabinde Rusya da Ortodoks Hristiyanları benzer şekilde kullanmıştır.[23]
4- Yeni Orta Sınıflar
Yazar yeni orta sınıfların ortaya çıktığından bahisle İslam düşüncesinin değiştiğini söylüyor. Bu orta sınıflar Marksist anlamda birer sınıf olmayıp liberal düşünceli ekonomik zihniyete sahip kesimlerdi. Yabancı işgali korkusuyla birleşip, başka konularda bu dayanışmayı sürdüremeyen bir yapıya sahiptiler. Özel mülkiyete dönüşüm için girişimler başlatılınca bu orta sınıf bürokrasisi yönetimde söz sahibi olmaya başladı. Ayanlar sultan ile sözleşme imzalayacak kadar ilerledi ve padişahların tahttan indirilmesi olağan hale geldi.[24] Bakınız: dmy.info/yaratici-yikim
Sosyo ekonomik değişimler 19. yüzyılın padişahlarınca tepeden inme şekilde denendi. Yeni vergi sistemleri, ekonomik teşebbüsler ve idari reformlar dikkat çekti. Yeniliklerin ve ekonomik düzenlemelerin batı yanlısı bir şekilde Avrupalılara imtiyazlar tanıması Genç Osmanlı gibi kanaat önderlerinin tepkisini çekti.[25]On dokuzuncu yüzyıl devletin toprak kayıpları sonrasında göçleri de getirmişti. Müslüman göçler ile Osmanlı iskan politikaları sıkılaşıyor, ekonomik değişimler zorunlu haline geliyordu. Yeni toplumsal düzen yeni eğitimi ve getirdi. 2. Abdülhamid modern okulları topluma ulaştıran padişah oldu. Toplum cehalet ile aydınlığı ayırmaya başladı. Yeni orta sınıflar eğitim ile daha da belirginleşti. Nakşibendiyye böyle bir ortamda dini grup olmaktan çıkıp İslami bir ideolojiye dönüşmüştü.[26] Bakınız: dmy.info/modern-ekonomi-tarihi
Modern eğitimin yeni bir aydınlar zümresi oluşturması gibi, Nakşibendiyye bir İslami- modernist bakış açısı oluşturdu. İmanı kaybetmeden çağdaşlaşmak niyeti vardı. Orta Asya’dan Osmanlı’ya kadar çok popüler olmuştur. Modernleşme yanlısı herkesin bir şekilde alakadar olduğu bir yoldur.[27] Cumhuriyet döneminde edindikleri çağdaşlaşma yanlısı tutumları da Prof. Mahmud Esad Coşan tarafından dile getirilmiştir. Materyalizmi eleştirip ruha dönüşü öğütlemektedirler. Bu açıdan yenilikçi ve iman sahibi kişilere hitap ettikleri söylenebilir.[28]
5- İslamcılığın Popülerleşmesi
1860’lardan sonra yayın hayatının canlanması İslamcılığı geniş kitlelere ulaştırdı. Kurulan okullar ders kitapları gerektirdi. Bilgi için yabancı dil bilme ihtiyacı vardı. Yabancı dil ve kültürler öğrenildi.[29] Yayın hayatı batıdaki fikirlerle beraber gelişmeye başladı. Basın ve özellikle de muhalif basın oluşmaya başladı. Basiret, Tasvir-i Efkâr ve İbret gibi gazeteler siyasette söz sahibi olmaya başlayan halkın sesi oldular.[30]
Halkçı basının etkisi 1876’da yeni bir ivme kazandı. Artık toplumu basın ile yönlendirme ve bu dönemi şekillendiren temel düşünce olan İslamcılığı basın ile yayma hareketi mevcuttu.[31] Basının vardığı nokta Ali Suavi ile anlaşılabilir. Basın yoluyla muhalefet Çırağan Sarayı’na saldırarak padişahı değiştirmek isteyen Suavi ile doruk noktasına ulaşmıştır. Kemal Karpat Suavi’nin fikirlerini popülist, Namık Kemal’i ise elitist olarak nitelendiriyor. Bu dönem aydınları arasında farklılıklar olsa da gördükleri muamele benzerdir. Hepsinin mutlakıyeti sorgulaması nedeniyle cezalandırıldığı görülmektedir.[32] Tercüman-ı Hakikat, İkdam ve Tercüman ile oluşan yeni basın kuşağı da halı eğitmek için gazeteyi bir araç olarak görmüşlerdir.[33]
6- İslam ve Avrupa Algıları
Pan İslamizm tüm dünyada yayıldıkça küresel bir boyut kazandı. Kıbrıs, Mısır, Tunus gibi Osmanlı topraklarının işgali Müslümanların tepkisini çekmekteydi. Avrupalı devletler de din ile savaşmamaya çalıştılar. İslam’ı ideolojik bir silah olarak görenlere karşı savaştılar.[34] Bir yandan da kendi aralarında mücadele veren batı dünyası Osmanlı ile müttefik olma yoluna da gidiyordu. Doğu Sorunu adıyla Osmanlı’nın denge politikasından faydalanmaya ve özellikle Rusya’nın büyümesine engel olmaya çalışıyorlardı.
Bazen de dengeyi bir yana bırakıp Hristiyan tarafgirliğine tutuluyor ve Osmanlı’yı Rusya’nın insafına bırakıyorlardı. 1877-1878 Savaşı Rusya’ya yem edilen Osmanlı’nın kendi içinde bazı düşünceleri ortaya çıkarmıştı. Artık devletin çökmekte olduğu düşüncesi oluşmuş, kurtulmak için İslamcılığın ideolojiye dönüşmesi mümkün kılınmıştı. Devleti kurtarmak için bireye karşı devletin gücünün artırılmasında bir sorun görülmedi.[35]
7- II. Abdülhamid
Karpat 2. Abdülhamid’i dünya tarihinde Müslümanları harekete geçiren bir figür olarak betimliyor. Padişahı İslamcılık kavramını diğer görüşler sonucunda sentez olarak ortaya çıkaran Avrupai bir Müslüman olarak ele alıyor. Abdülhamid mutlakıyeti Allah’ın emri olarak telakki etmiş ve merkeziyetçi bir idare oluşturmuştur.[36] Dini bir otorite kurması ve şeyhülislamı devlete bağlaması ile karakterize edilen döneminin sonu meşrutiyet yanlısı askerlerce getirildi. İttihad ve Terakki Abdülhamid’in mutlakıyetine karşı bireysel özgürlüklere ve demokratik idareye önem veriyordu.[37]
Karpat Abdülhamid döneminin baskıcı politikalarını saray yaşantısına temellendirerek biyografik bir okuma yapıyor. Abdülhamid hayatı boyunca psikolojik baskı altında yaşamış ve idaresini de bu psikolojiyle oluşturmuştu.[38] Tüm entrikalara ve gerek bürokratik gerek de toplumsal isyanları bastırma çalışmalarına rağmen Abdülhamid modernleşmenin öncüsü olacak vakti bulmuştu. Eğitimden başlayarak üretime, hukuka ve milletlere varan düzenlemeler yaptı. Modernizm ile İslamizm arasında yer aldı.[39] İngiltere ile yakın ilişkiler ve diğer Avrupa devletleriyle dostane işbirlikleri oluşturmak peşindeydi. Karpat Abdülhamid’i kitlelerin muazzam gücünün farkına varan ilk sultan olarak tanımlıyor ve İslamcılığın Abdülhamid’in icadı olduğunu söylüyor. Ancak padişahın teokratik bir insan olmadığını da ekliyor.[40]
8- Sultan’ın Danışmanları
Karpat 1877-78 Savaşı ile 1878 Berlin Antlaşması’nın Osmanlı’nın geleceğini ve Abdülhamid’in ideolojisini belirlediğini söylemektedir. Osmanlı artık kendi topraklarının konuşulduğu toplantılara davet edilmemekte, dışarıdaki uluslararası toplantılarda hakkında ahkâm kesilmektedir. Bu iktidarsızlık içeride uyum problemi de oluşturmuş, birçok ulus bağımsızlığını ilan etmiştir. İşgal ve ilhak edilen topraklardan Müslüman ahali Anadolu’ya akın ederken yeni şehirler ve yerleşimler oluşturulmaktadır.[41]
Abdülhamid’in başlıca hedefi toprakları muhafaza etmekti. Büyük bir ülkeyi muhafaza etmek için danışmanlar kullandı. Ahmed Cevdet Paşa bunların en iyi örneğiydi. Sait Paşa ve Kamil Paşa gibi iyi yetişmiş danışmanlarla bilgilerini ve ülkenin de bilginlerini artırmaya çabaladı. Gazi Osman Paşa gibi karizmatik önderleri de yanına alarak modernizasyonda her türlü desteği ikmal etmekten geri durmadı.[42]
Sultan Arap danışmanlar edinerek politikasını güçlendirmek yolundaydı. Muhafaza politikası her alanda uzman kişilere başvurmasını gerektiriyordu. Milletlerden danışmanlar almak dışında dini liderler de onun emrindeydi. Gazeteci Ahmed Midhat Efendi’yi yardımcı olarak barındırması ile teşkilatın basın ayağını da sağlıyordu.[43] İslam birliği ve Şiilik konusunda Cemaleddin Afgani’ye danışan sultan ondan ittihad fikri bekliyordu. Ne var ki toplumsa uyumsuzluklar vardı ve Afgani birlik oluşturamadan vefat etti.[44]
9- Osmanlı- Avrupa İlişkileri
Berlin Antlaşması sonrası durgunlaşan İngiltere’nin saldırganlığı Gladstone’un tekrar başbakan seçilmesiyle artmıştı. Osmanlı artık paylaşılacak bir miras olarak görülmekte ve Müslüman ittihadı da önlenmek istenmekteydi.[45] Pan İslamizm ve halifenin bundaki rolü sorgulanıyor, Rusya ile Fransa İngiltere’ye destek oluyordu.[46] İngiltere’nin Osmanlı dostu politikalarından tamamen zıt bir yöne gitmesi ile Osmanlı’ya bir düşman daha oluştu. İngiltere’nin Mısır’ın işgali bunun belirtisiydi ve buradaki İslamcılığı artırdı. Batıda İslam korkusu oluşmaya başladı.[47]
Dinin hem Avrupa hem de Osmanlı tarafından propaganda amaçlı kullanılması bir yana, Osmanlı’yı zayıf düşürmek için azınlıkların da desteklenmesiyle Osmanlı’da çok seslilik arttı. Herkesin bir talebinin olduğu bu dönemde Almanya ile ilişkiler yakınlaştı. Tüm Avrupa Osmanlı’yı paylaşmaya hazırlanıyorken Kayzer Willhelm Müslümanların dostu olduğunu ilan etti. İstanbul’u ziyaret ederek halifelik makamını koruyacaklarını belirtti. Abdülhamid’in tarafsız tavrına rağmen Osmanlı Almanya’ya doğru meylediyordu.[48]
10-Süreklilik ve Değişiklik
Abdülhamid pan İslamist faaliyetleri diyanet işlerine bırakmış ve kendisi siyasi amaçlarına odaklanmıştı. Müslüman kitleleri devlete bağlamada İslam aracılığıyla geleneksel otorite sembolleri kullanılmaktaydı. Devlet ve yurttaşlar arasındaki ilişki 1830’lardan beri yeniden tanımlanmaktaydı.[49] Hanedan, devlet ve din uyum içerisinde yürütülerek modernleşme dönemi geleneğin sağladığı enerjiyle inşa edilmektedir. Çağdaş devlete sadakati sağlamak için İslami ögeler kullanılmaktadır. Milleti güçlendirmek için de toplumun dayandığı değer olan dini faaliyetler gündemdedir.[50] Bakınız: dmy.info/laiklik-nedir
Deniz aşırı Pan- İslamcı faaliyetler de siyasi eksenlidir. Abdülhamid Hint Müslümanlarının kendi sözüyle isyan ederek İngiltere egemenliğini sona erdireceğini düşünüyor ve İngilizler de bundan korkuyordu.[51] Abdülhamid Fas’tan Endonezya’ya kadar İslami birlik fikrini ayağa kaldıracak eylemler içerisindeydi. Ancak duruma eleştirel yaklaşabiliyor, bazen Avrupalıları gücendirmekten de çekiniyordu.[52]
11- İngiliz Halife Arayışı
Hicaz İslamcılık için önemli bir sembol ve politik araç haline geldi. Sultan otoritesini artırırken İngilizler, Fransızlar ve Mısır hıdivi Osmanlı hilafetini sorgulamaktadır.[53] Öte yandan Hicaz’da hüküm süren kabilecilik fikri Osmanlı otoritesini zayıflatmaktadır. Arap halk Osmanlı bürokrasisini değil Peygamber ailesinden oldukları söylenen şeyhleri sevip saymaktadır. İngilizler halifenin meşruiyetini de sorgulayınca Hicaz bir Avrupa üssü olarak hareket etmeye başladı. İngilizlere karşı koyacak gücü olmayan Osmanlı Arapların da düşmanlığıyla bu bölgeleri elinde tutmakta zorlandı.[54]
Abdülhamid İngilizlerin ve Fransızların bir Arap hilafeti arayışlarını izlemekteydi. İngilizlerin Osmanlı topraklarını işgal etmekte bir sakınca görmeyeceği bilinmekteydi. Hatta Müslüman birliği fikrini ortadan kaldırmak için İstanbul’un işgali bile söz konusu olabilirdi.[55] Abdülhamid peygamber soyundan olmadığı için halife olamayacağına dair eleştirileri İslam’a hizmet etmenin daha önemli olduğu argümanıyla yanıtlıyordu. Cihat çağrısını Yunan Savaşı’nda sembolik bir kez hariç kullanmadı. Ancak oğlu Reşad Almanya istediği için cihat ilan etti ve Müslümanlar buna katılmadı. Sebep Avrupalı bir devlet için mücadele edilmesiydi. Müslümanlar Alman cihadına katılmadı.[56]
12- Afrika Politikası
Karpat bu bölümde Osmanlı dış ilişkilerini özetliyor. Cezayir ve Tunus gibi toprakların sudan sebeplerle işgalinin yol açtığı etkilerden bahsediyor. Kuzey Afrika Osmanlı’ya sempati duymaya başlıyor.[57] Senusi tarikatı Kuzey Afrika’daki ilişkileri kolaylaştırarak ortak düşman Fransa’ya karşı müdafaayı sağlıyor. Basiret gazetesinden anlaşıldığı kadarıyla Batı Afrika’nın Müslüman devleti Fas ile sıcak ilişkiler kurulmaya çalışılmıştır.[58] Daha sonra Mısır vasıtasıyla Sudan ve diğer Afrika ülkeleriyle de iletişime geçilmiştir. Doğu Afrika’da Komor ve Zanzibar gibi Müslüman ülkeler Osmanlı’dan ihsan talep ederek ilişkileri ilerletmek yolundadır.[59] Genel olarak batının tahakkümünden çekinen Afrika Osmanlı ile irtibata geçme ihtiyacı hissetmiştir. Osmanlı Afrika’nın siyasi beklentilerini karşılayacak imkânlardan yoksundu. Net bir yanıt veremeden bu ülkeler sömürgeleştirilse de 20. yüzyıldaki bağımsızlık hareketleri bu dönemden izler taşımaktadır.[60]
13- Rusya’da Türkçülük ve Pan İslamizm
Bu bölümde Rusya’daki Müslümanlar ve özellikle de çoğunluğu oluşturan Türki kökenlilerden bahsedilmektedir. Orta Asya Müslümanları Rus hegemonyası altında bulunmaktadır. Kendilerini Cengiz’e dayandıran bu uluslar aynı kökten geldikleri fikrine sahiptirler. Altın Orda, Timur, Kazan ve Tatar hanlıkları çerçevesinde Müslüman kimliğinin sürekliliği ve Osmanlı’nın bunlarla ilgisi ele alınmaktadır. Orta Asya Müslümanlarının 19. yüzyıla dek dini ve kültürel yakınlaşma ile dil ve etnik köken olarak uzaklaşma eğiliminde olduğu tespit edilmiştir.[61]
Osmanlı bir Balkan devleti olarak kurulmuş ve Asya’daki ata topraklarından uzak kalmıştır. 19. yüzyılda St. Petersburg’daki konsolosluk hariç Türki devletlerle diplomatik ve kalıcı bir ilişkinin sürdürüldüğü görülmemektedir. 1908’de Jön Türkler iktidara gelince ilişkiler daha da artmış, halife ile çar arasında Rusya Müslümanlarının sadakati için rekabet oluşmuştur.[62] Şihabeddin Mercani, Carullah Bigi ve Abdullah Tukay gibi nice isimlerin İslamcılık için bu coğrafyada çabaladıkları görülmektedir. İsmail Gaspıralı geniş bir etki uyandırmasıyla ayırt edilmektedir. Osmanlı’yı da etkileyen bu aydın Rusya Müslümanlarının tek millet olduğunu savundu. Resmi bir siyasi parti kurulmasına karşı çıksa da bu parti kuruldu. Daha sonra Rusya Müslümanları kendi aralarında bölündü. Rusya da kendi elçilerini eğiterek doğru ve siyasallaşmamış bir İslam oluşturmak için Osmanlı topraklarına gönderdi.[63] Sovyetler kurulduktan sonra ulusal haklar ve toplumsal eşitlik gibi konularda iyileşme görüldüyse de Stalin’den sonra ulusal fikirler tasfiye edildi. Türkiye ile Orta Asya Müslümanları 1991’e kadar yetmiş yıl temas etmedi. Sovyetler yıkıldıktan sonra tekrar siyasi etkileşimler olmaya başladı.[64]
14- Kimliğin Yeniden Yapılanması
İslamcılık Osmanlı’nın uluslara bölünmesini önlemek ve barışı korumak için Abdülhamid tarafından geliştirilmişti. Abdülhamid hem içerideki Müslümanları barış içinde tutuyor hem de batılı devletlere karşı cihat tehdidini kullanarak Osmanlı’ya dış müdahaleyi engelliyordu. Bu sırada çağa ayak uydurmak için gündeme gelen yenilikler İslamcılığın ürünü olan tutucu kesimin düşmanlığını kazandı. Müslümanların isteklerinin dile gelmemesinden ve reformların dinden soyutlanmasından kaygılanmaktaydılar.[65]
Ulusların dini ve etnik kimliklerine öteden beri karışılmamıştı. İslamcı politikalar Osmanlıcılığı hızlandırınca Hristiyan tebaa bunu bir Müslüman projesi olarak gördü ve yabancılaştı. Balkan ulusları Osmanlı’yı bir sömürgeci olarak görmeye başladı. İslamcı politikalar bu ulusların bugüne kadar gündeme gelmeyen kaygılarını da yüksek sesle gündeme getirdi.[66] Tepkiler ve sentezler sonucu yeni ideolojiler de türedi. İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük bu dönemde farklı dünya görüşler ve en önemlisi de devleti kurtarma projeleri olarak çıktı. Üç ideoloji de birbiriyle sarmaş dolaş biçimde gelişirken kendi içlerinde de farklı anlayışlara sahiptiler.[67] Bakınız: dmy.info/osmanlida-fikir-akimlari
15- Devletin Milliyeti
1870’ten sonra modern okullarda yetişen modern İslamcılar ülkeyi topyekûn bir yenileşmeye sevk etmişlerdir. Farklı görüşlerin bir arada yürütüldüğü ve yeni örgütlenmelerin yaşandığı bir döneme girilmiştir. Toplum temel ekseni İslam olan bir millet olarak tasavvur edildi.[68] Vatan, millet, bilad, toprak gibi algılamalar tarih boyunca değişik şekillerde algılanmıştı. Bu dönemin sembolik ismi Namık Kemal’in anladığı anlamda vatan, devletin toprakları ve Türkler veya Osmanlı tarihiyle ilgili kişiler tarafından yönetilen Müslüman cemaatti.[69] Devlet modernleşme döneminde Osmanoğlu ailesinin olmaktan çıkıp vatandaşların malı olmaya başlamış, bu da vatandaşın ne olduğunu kararlaştırmayı gerektirmiştir.[70] Hükümdar Osmanlı, yönetim Türk, din İslam ve başkent İstanbul olmak üzere dört ilkeye bina edilen devlet vatandaşın ve ulus olmanın anlamının değişmesiyle bazı tartışmalara sürüklenmiştir.
Soylu millet unvanı verilen Araplar dahi devlete karşı gelmeye başlamış ve Türkler tarafından hilafetin ve Arap topraklarının zapt edildiği düşüncesi Osmanlı’nın düşmanlarınca da teşvik edilmiştir. Yine de Araplığın el üstünde tutulması son dönemdeki ayaklanmaları dahi sınırlamıştır.[71] Yapısal değişikliklerin Osmanlı’nın geleneksel toplumunun zayıflamasına neden olduğu görülmektedir. Jön Türklerin devletin yenileşmesinde yönetme görevine soyunması ve yasal düzen oluşturmadaki istekler bu dönemin siyasi olaylarına zemin hazırlamıştır. 20. yüzyıla girerken toplumun pasif olmaktan çıkıp tepkisel hale geldiği görülmektedir. Yeni oluşan orta sınıf artık nümayişler ve tepkisel yürüyüşler düzenliyor ve modern politika ile etnik milliyetçiliğe yol açıyordu.[72]
16- Toplumun Türklüğü
Bu bölümde dini kimlikten etnik ulusal kimliğe geçiş anlatılmaktadır. Yazar Türk milliyetçiliğinin iyi anlaşılmadığını ve bunun iki resmi ideolog; Ziya Gökalp ile Yusuf Akçura’nın farklı anlayışlarından kaynaklandığını söylüyor. Osmanlıcılık etnik gruplara telkin edilmede başarısız kalınca Müslümanları İslamcılık altında birleştirmek yoluna girilmişti. En sonunda Türkçülük, tüm uluslar gibi Osmanlı’nın da aslını oluşturan unsur olarak belirginleşmişti. 1839’dan 1908’e kadar tarihi- kültürel kimlik oluşumu, 1908-1923 ve 1913-1918 dönemlerinde devletçi etnik milliyetçilik ve 1929-50 arasında cumhuriyetçi milliyetçilik gündeme gelmiştir.[73] Bak: dmy.info/ulus-devlet-nedir
Jön Türkler başlarda İttihad ve Terakki partisi olarak Osmanlı ülkesini bir arada tutmak ve Osmanlılık siyasetini geliştirmek isteğindeydiler. Ne var ki daha sonra Namık Kemal ile Ahmed Midhat arasındaki tartışma ile sembolikleşen bireycilik- devletçilik ya da adem-i merkeziyetçilik- merkeziyetçilik kavgası ile düşünceler değişti. Avrupa’da Türklükle alakadar olmayan, yalnızca ihtilal ve anayasa talep eden düşünürler Türk milliyetçisi olarak algılanmaya başladılar.[74] Jön Türkler Balkanlar’ın tamamen elden çıkması ile 1913 sonrasında çekirdek etnik grup olarak Türklere güvenilir gözle bakmaya başladılar. Özellikle 1912’de Arnavutluk’un Osmanlı toprağında işgal edilmektense bağımsızlığını ilan etmeyi seçmesi İttihad ve Terakki aydınlarının Osmanlıcılığını Türkçülüğe dönüştürdü. 1913’ten sonra Türkçülük resmi bir hale büründü. Savaş yıllarında da artan oranda talep gördü.[75]
17- Gökalp, Akçura ve Köprülü
Bu bölümde yazar Türk milliyetçiliğinin babaları olarak Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Fuad Köprülü’yü incelemektedir. Ziya Gökalp Diyarbakırlı bir memur ailesinin oğludur. Sürgündeki Osmanlı aydınlarından muhalefeti görmüş ve kendisi de muhalif yazılar yazmaya başlamıştır. Hüseyinzade ve Akçura gibi Türkçülerle tanışmış, ancak fikir ayrılıklarına düşmüştür. Temelde dini inanç milliyetçiliğine karşı çıkarak milli inancı öne çıkarmaya çalışmıştır. Devletin dinin değil, milletin hizmetinde olması gerektiğini söylemesi tepki çekmiştir.[76] Bakınız: dmy.info/ziya-gokalp-fikirleri-felsefesi/
Yusuf Akçura Gökalp’in benimsenmesine karşın göz ardı edilmiş bir milliyetçi olarak karşımıza çıkıyor. Kazan’da doğan ve Rus tahakkümü altında Türk milliyetçiliğini teşvik eden Akçura Osmanlı’da etnik milliyetçilik düşüncesini etkilemiştir. Ona göre Türklerin geleceğini sağlama almada milliyetçilik işlevseldir ve kültür ile eş tuttuğu medeniyeti de savunmada araçtır. Gökalp’e göre daha popülist ve köylülere uydurulabilecek fikirler üretmiştir. Gökalp aydınlanmacı elit arasında tutulurken Akçura köylülerin düzeyini yükseltme fikirleriyle öne çıkmıştır.[77] Fuad Köprülü bu iki aydının ardından bir milletçi olarak değil bilim adamı ve bürokrat olarak tanınmıştır. Hâlbuki Türk milliyetçiliğinin doğmasında eski zamandan beri özgün bir kültür ve dil ile var olunduğunu açıklamasıyla etkili olmuştur. Gökalp Osmanlı ve İslam yoğunluklu tarihi bağlamdan yoksun milliyetçilik yapmaktayken Köprülü tarihi bir bütün olarak düşünmekte ve İslami geçmişi reddetmemektedir.[78]
Kaynakça
- [1] Kemal Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, Timaş Yay., 2013, s. xi˗xiii.
- [2] A.g.e. s. 2.
- [3] s. 9.
- [4] s. 10.
- [5] s. 19.
- [6] s. 15.
- [7] s. 25.
- [8] s. 32.
- [9] s. 39.
- [10] s. 40.
- [11] s. 47.
- [12] s. 60.
- [13] s. 65.
- [14] s. 71.
- [15] s. 79.
- [16] s. 87.
- [17] s. 99.
- [18] s. 103.
- [19] s. 105.
- [20] s. 108.
- [21] s. 117.
- [22] s. 129.
- [23] s. 139.
- [24] s. 146.
- [25] s. 153.
- [26] s. 164.
- [27] s. 170.
- [28] s. 182.
- [29] s. 189.
- [30] s. 191.
- [31] s. 200.
- [32] s. 212.
- [33] s. 215.
- [34] s. 223.
- [35] s. 246.
- [36] s. 251.
- [37] s. 263.
- [38] s. 269.
- [39] s. 278.
- [40] s. 293.
- [41] s. 297.
- [42] s. 308.
- [43] s. 317.
- [44] s. 327.
- [45] s. 336.
- [46] s. 344.
- [47] s. 349.
- [48] s. 357.
- [49] s. 359
- [50] s. 368.
- [51] s. 375.
- [52] s.382
- [53] s. 387.
- [54] s. 395.
- [55] s. 404.
- [56] s. 413.
- [57] s. 418.
- [58] s. 428.
- [59] s. 439.
- [60] s. 446.
- [61] s. 454.
- [62] s. 462.
- [63] s. 484.
- [64] s. 495.
- [65] s. 505.
- [66] s. 515.
- [67] s. 526.
- [68] s. 530.
- [69] s. 538.
- [70] s. 540.
- [71] s. 560.
- [72] s. 568.
- [73] s. 574.
- [74] s. 593.
- [75] s. 600.
- [76] s. 617.
- [77] s. 639.
- [78] s. 648.